woensdag, februari 21, 2007

Barzani ‘çözüm savaş ile olmalı’ deseydi ‘hasmane’ olmazdı

Türk genelkurmay başkanı Yaşar Büyükanıt, Kürdistan Başkanı Mesut Barzani’nin Türkiye Kürt probleminin çözümü askeri değil siyasi ve silahsız olmalıdır demesini ‘hasmane konuşma’ olarak nitelendirdi. Barzani Türkiyede Kürt probleminin çözümü ancak ve ancak silah ile olur ve savaşmak lazım’ deseydi, daha az mı ‘hasmane’ değerlendirilirdi. Ya Büyükanıt Barzani’nin kullandığı ‘dil’i anlamıyor, ya da Büyükanıt savaşı tercih ediyor.
ABD’li bir CIA elemanı, Irak-İran savaşı sonrasında, Irak yetkilleri ile olan ilişkilerini anlatıyordu bir belgesel filmde. CIA elemanı İran’ın yenilgisinden sonra, Iraklı bir istihbarat şefinden bir istekte bulunuyor. CIA elemanı geçmişte kendilerine, Baas yetkililerine, yaptıkları yardımların karşılığında bir istekte bulunuyor. Amerikalı eleman, daha önce kaçırılan ve ABD vatandaşı sakat bir Yahudinin denize atıldığı, İtalya gemisinin baş aktörü olan Filistinlinin Irak’ta olduğunu biliyor ve onu Irak’lı yetkiliden istiyor.
CIA elemanı, Irak’lı istihbaratçının kendisini anlamadığını, hatta sesini bile duymadığını söylüyor ve ABD’li çok mantıksız bir istekte bulunmuş gibi bir tutum takınıyor Irak'lı yetkili. CIA elemanı Iraklı’nın isteğini yerine getirmeyeceğini anlıyor ve bir müddet daha sohbet ettikten sonra ayrılmadan önce Iraklı yetkiliye:
— “Ona (Filistinliyi kastederek) söyle onu gördüğüm ilk yerde öldüreceğim” diyor. CIA elemanı sorasını şöyle aktarıyordu:
— “İlk defa Iraklının dediklerimi duyduğunu ve beni anladığını fark ettim” diyordu.
Herhalde bu sadece Baasçılara özgü bir şey değil. Öldürmek, savaş ve tehdit dili dışında hiçbir şeyden anlamayan ve sadece ölüm, öldürme ve savaş kelimelerini işitenler oldukça fazladır ve yüksek pozisyonlarda bulunuyorlar.
Mesut Barzani, sorun sadece PKK sorunu değil. Sorun Türkiye Kürdistanı sorunudur diyor ve bu sorunu barışçıl ve demokratik bir şekilde çözmek gerekir diyor.
Türk genelkurmay başkanı buna ‘hasmane konuşma’ diyor. Peki hasmane olmayan tutum ne dir?
Türk’ler, yarattıkları hayal aleminde dolaşıyorlar. Kendilerinin yarattıkları temelsiz ve yalana dayalı propagandadan o kadar etkilenmişler ki, artık kendi propagandalarına inanır hale gelmişler.
Türklerin gönül ve hayalinde olanı biliyoruz. Kürtlerin bir gün aniden yok olmaları veya Kürtlüklerini aniden unutmalarıdır istekleri.
Kürtleri tamamen ortadan kaldırmak oldukça zor görünüyor. Son yüzyılda bütün dünya bunun için uğraşmış olmasına rağmen tam başardıklarını söylemek mümkün değil. Batı ve Doğu blokları, bütün etki alanlarını da kullanarak, Kürt milletini ortadan kaldırmaya çalıştılar ve birden fazla sinsi planı da devreye sokarak ‘Kürt probleminden’ kurtulmak istediler.
Fakat mümkün olmadı ve artık Türkler dışında Kürtlerin tümden ve birden yok olmasını isteğen kimse yoktur.
Türklerin bütün Kürtleri bir meydana toplayarak nükleer silahlar ile yok etmesi de mümkün görünmüyor.
İkinci alternatif, yani Kürtlerin aniden Kürt olduklarını unutması ve tümünün kendilerini ‘mutlu Türk’ hissetmesi ise oldukça zor görünüyor. Böylesi bir olay daha önce meydana gelmemiş, günümüz tekniği ve bilimi bunu başaracak kadar da gelişmemiştir.
O zaman Türklerin derdi nedir ve dermanı nedir?
Türkiyede meydana gelen olaylar derdi gösteriyor. Sırplaşmak.
Bu derdin nasıl tedavi edildiğine de yakın tarih şahittir.
Barış ve diyalog dilini unutmak, kendi ordu ve silahlı elemanlarının silahsız insanlara karşı uyguladıkları şiddete güvenmek ve kendi analizlerine göre, kendilerinden güçlü olanların bölgenin koşullarından dolayı, kendilerine karşı silah kullanmayacağı hesabıdır.
Bu hesabın tutmayacağı gayet açıktır. ABD, AB, Rusya ve Çin û Maçin’i hesab dışı tutsak ta, yanlış bir hesaptır.
1- Kürdistan’ın güneyinin Irak’ın parçası olarak kalmasının mümkün olmadığı gayet açıktır.
2- Kürdistan’ın güneyi bugünkü sınrlar içerisinde hapsedilemez, hapsedilirse boğulur.
3- Kürt milleti boğulmaya razı değil ve rızasını gösterebilecek araç ve gereçlere sahiptir.
4- Bölge devletleri eskisi gibi Kürtlerin boğdurulması üzerine anlaşamazlar.
5- Kürdistan’da meydana gelebilecek ağır bir kriz, global güçlerin müdahalesini sağlar ve Kürtler istedikleri an çok büyük kriz yaratabilirler.
6- Türk ‘devleti ve milleti’ ile çok büyük bir kriz içerisindedir. En ufak bir başarısızlık, Türk devletini paramparça eder. Kürtler, Türklere istedikleri başarıszlığı sunabilir güce sahiptir.
Türklerin çok arzu etmelerine rağmen koşullar Kürt-Türk savaşına uygun görünmüyor. Bütün gelişmeler, Sirbistan modelini gösteriyor. Türkiyede yaşayan insanlara terör uygulayan sivil ve askeri çetelerin etkisizleştirilmesi gerekiyor. Sırp halkı, çeteleri tasfiye edebilecek güce sahip değildi ve dışardan gidip tasfiye ettiler. Türkler de güçlendikçe dışardan müdahale kapısını biraz daha aralıyorlar.

Allahu a’lem NATO’ya da karşılar

Türk Başbakan’ı Tayip Erdoğan’ın dış politika başdanışmanı, Ahmet Davutoğlu, Türklerin, ABD ve NATO askerlerinin Kürdistan’ın güneyinde bulunmasına karşı olduklarını söyledi. The German Marshall Fund of the Unıted State’nin düzenlediği bir forumda konuşan Davutoğlu, Türk devletinin ABD ve NATO askerlerinin Kürdistan’ın güneyinde bulunmasına karşı olmalarını garip bir argümana dayandırdı. Davutoğlu “…bu durumda Washington'un, Irak'ın orta bölgelerinden çekilmek zorunda kaldığını kabul etmiş olacağını belirtti.”
Türk yetkilileri daha önce de bu tutumlarını belirtmişlerdi. Tayyip Erdoğan, ABD’nin askeri birliklerinin bir kısmını Kürdistan’ın güneyine çekmesine karşı olduklarını söylemişti. O zamanki “sözde” gerekçe ‘Kuzey Irak’ın güvenlikli” olduğuydu. Şimdiki “sözde” gerekçe ise, askeri kuzeye çekmenin anlamıdır.
Esas gerekçe ise başkadır
Türk devleti NATO’ya karşıdır ve NATO’yu Türk devletine düşman bir güç görüyor. NATO ve ABD’yi Türk devletini parçalayacak aktörlerin en birincisi olarak değerlendiriyor. Bunu “emekli” generaller defalarca dile getirdiler. Emekli generaller Türk devletinin fiili ama resmi olmayan politikasını dile getiriyorlar.
Türk generalleri ve yetkililerinin NATO ve ABD’yi düşman görmeleri sadece bir evhama dayanmıyor. Maddi temeli ve söylenmeyen mantıki gerekçeleri vardır. Batı alemini korumak amacı ile kurulan NATO, Sovyetlerin dağılmasından sonra, Batı sistemini korumak ve geliştirmek görevini üstlenmiştir. Esas tehlike terör olarak tesbit edilmiştir.
Türk devleti ve devleti idare eden elit, kendilerini Batı aleminin parçası görmüyor, terörü de esas tehlike değerlendirmiyor. Daha doğrusu NATO’nun diğer üyeleri ile Türkler arasında terör’ün tanımında anlayış birliği yok. Onun için de Türkler, NATO’nun Karadeniz bölgesinde güçlenmesini veto tehdidi ile engellediler.
Batılı kimi analizciler, Türk-NATO ittifakının bozulmasını ’İslami’ Tayyip Erdoğan partisine bağlıyor. AKP’nin NATO ve Batı’ya allerjisinin olduğu doğru olmakla birlikte, generallere göre Türk dış politikası ve askeri ittifaklar, AKP’ye bırkaılmayacak kadar önemlidir ve bırakılmıyor.
Türkler, NATO askerinin Kürdistan’ın güneyinde bulunmasına karşı olmalarını, Türk askerinin Kürdistana tehditinin engellenemsine karşıymış gibi ima ediyor. Bu gerekçe bir çok insana makul görünse de yeterli değil. ABD veya Batı’nın Türk saldırılarını durdurmak için orada asker bulundurmaları gerekmiyor. Batılılar, Türklerin kuyrukları üstünde oturmalarını sağlayacak askeri, yarı-askeri ve askeri olmayan birden fazla araca sahipler.
O halde problem nedir?
Problem NATO’nun geleceğe yönelik planlarıdır. Türkler Batı aleminin parçası olamıyor ve artık ”NATO şemsiyesini” kuruyucu görmediği gibi, parçalayıcı görüyor.
Onun için Türk:
1- NATO veya ABD askerinin Kürdistan’ın güneyinde bulunmasını Türk, İran ve Suriye’nin bölgedeki hareket kabiliyetini oldukça kısıtlayıcı bir faktör olarak değerlendiriyor.
2- NATO’nun Karadeniz ve Kafkasya’da güçlenmesini, kendisinin anlamsızlaşması ve güçsüzleşmesi şeklinde değerlendiriyor.
3- NATO’nun Ortadoğu’da güçlenmesini Türk devletinin yıkılışı olarak değerlendiriyor ve büyük bir ihtimal ile, ilerde Kürdistan’ın NATO üyesi olmasına karşı olacaktır.
4- NATO’nun Asya’da—Türk devleti konsepti dışında—faal olmasını ’köprü’ espirisini geçersiz kılacağını düşünüyor.
Türk, NATO’nun planlarını engellemek, ertelemek ve anlamsızlaştırmaya çalışıyor ve bu devlet politikasıdır.
Türk-NATO ilşkilerinin yeniden dizayn gerekliliği NATO çevrelerinde de tartışılır hale gelmiştir. ”NATO içinde NATO’ya karşı” durum fazla devam edemez, ama bir tıkanıklığın da olduğu farkediliyor. Türkler tıkanıklığı kullanmaya çalışıyor. NATO askerinin Kürdistan’ın güneyine yerleşmesi tıkanıklığın açılmasına da yardımcı olabilir.

MIT Fransada (terör) eylemi yaptığını söylüyor ve Fransa devleti hiçbir şey yapmıyor

MİT'in eski Yurtdışı İstihbarat Başkanı Nuri Gündeş NTV’deki programda açık açık Fransada terör eylemi yaptıklarını söyledi. Daha önce de Türk istihbaratçılar aynı şeyi söylemiş ve Fransa da bomba patlatıklarını, insan öldürdüklerini söylemişlerdi. Fransa faillerin açık ittiraflarına rağmen sessiz kalmış ve kalıyor. Can Dündar’ın ”Neden” programına katılan eski MIT’çi aynı iddiaları tekrarladı ve Marsilyadaki Ermeni anıtını bombaladıklarını söyledi.
Can Dündar Nurü Gündeş’ten şöyel aktarıyor:
["Marsilya'da bir Ermeni abidesi yapıldı. Oranın devlet başkanı açtı orayı... Devletin ne polisinin, ne de askerinin ulaşamayacağı menzillerde savaş veren insanlar olarak bizler oralara gittik. Ben gitmedim, ama ekibim gitti.]
Tam bir terörist ve eşkiya gibi konuşan Nuri Gündeş yaptıkları terör eylemleri ile övündüğü gibi Behçet Cantürk’ü yakaladıklarını, devlet tarafından öldürüldüğünü ve bunun bazen yapılmasında bir yanlışlık görmediğini söyledi.
MIT elemanı Alaattin Çakıcı ile ilgili de bazı açıklamalarda bulunan Gündeş, Alaattin çakıcıdan özür diledi ve şöyle dedi:
[”Bir mecmuada bana Alaattin Çakıcı'yı sordular, 'Ben devlete böyle sonradan sıkıntı olacak kişilerle pek iş yapmadım' dedim. Bana mektup yazdı hapishaneden... Şimdi dinliyorsa beni yanaklarından öperim, devlete eğer hizmeti varsa...”]
Fransa ile Türklerin ilişkileri oldukça karışıktır. Fransa bir nevi Türk istihbaratı elemanları ve kirli işler elemanlarının sığınma yeridir. Türk istihbarat elemanları, terör eylemi yapıyor yakalanmıyor. Alaattin Çakıcı, Abdullah Çatlı vb.ler hep Fransada kalmış ve Fransada eylem yaptıklarını söylemişler.

donderdag, februari 08, 2007

Türkler KKTC’den vazgeçiyor

KK-Haber
DIYARBEKIR, 28/1 2007 — Türk Kara Kuvvetleri komutanı Ilker Başbuğ Kıbrısta yaptığı konuşmada ‘Kuzey Kıbrıs Türk Cumhurriyetin’den vazgeçecekleri işaretini veriyor. Başbuğ’un konuşması şimdiye kadarki Türk generallerinin konuşmalarından oldukça farklıdır ve Kıbrısın iki toplumdan oluşan tek devlet olabileceğini söylüyor. Başbuğ’un istediği Türk devletinin Kıbrıs’ta garantörlüğü ve Doğu Akdeniz’de silahlı güçler arasındaki dengenin korunmasıdır.
Türk kara kuvvetleri komutanı İlker Başbuğ geçtiğimiz hafta başında Kıbrısa gitmiş ve “Barış 2007 Plan Semineri” sonrasında basına yaptığı açıklamlarda, şimdiye kadar olan tutumlarından farklı konuştu.
Türkler 33 yıllık işgalden sonra ‘garantörlük’ işine razı olduklarını söylüyorlar. Kıbrıs’a ‘sözde’ yardım için giden Türk askeri güçleri, kısa bir süre sonra ‘Kıbrıslı Türkler’ tarafından işgalci olarak görüldüler ve ‘Kıbrıslı Türkler’ yıllarcadır Türk ordusunun Kıbrısı terketmesini istiyor.
İlker Başbuğ katıldığı ‘Barış 2007 Plan Semineri’nde yaptığı konuşmada Türk devletinin isteklerini dile getirdi. Başbuğ konuşmasında şöyle diyor:
"Türkiye’nin, Kıbrıs Cumhuriyetinin Kuruluş, Garanti ve İttifak antlaşmaları çerçevesinde; Kıbrıs’a karşı tarihi, ahdi ve hukuktan doğan sorumlulukları ve hakları bulunmaktadır.Sorumluluklarımızın başında, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Silahlı Kuvvetleri olarak, Kıbrıs Türk halkının güvenliğinin ve savunulmasının sağlanması gelmektedir. 1960’da bu antlaşmalar imzalandığı zaman ne kadar geçerli ve yürürlükte ise bugün 2007 yılında da aynı şekilde geçerliliktedir ve geçerliliğini de koruyacaktır.Diğer sorumluğumuz ise İttifak Antlaşmasının girişinde de ifade edildiği gibi, Kıbrıs, Türkiye’nin güvenliğinin sağlanması ve Doğu Akdeniz’deki mevcut dengenin korunması açısından da tarihi, stratejik bir istikrar ve denge rolü oynamaktadır. Bunun hiç bir zaman unutulmaması lazım."
Bu KKCT’nin korunması değil. İlker Başbuğ, Türk devletinin isteği “Kıbrıs Türk halkının güvenliği” ve “Kıbrıs, Türkiye’nin güvenliğinin sağlanması ve Doğu Akdeniz’deki mevcut dengenin korunması” olarak açıklıyor. Bu Türklerin ‘iki devletli Kıbrıs’tan oldukça farklıdır.
İlker Başbuğ problem’in çözümü konusunda da şöyle diyor:
"Çözüm çalışmalarında, özellikle, iki kesimlilik, Garanti ve İttifak antlaşmalarının delinmeden ve sulandırılmadan korunmasını hiçbir zaman unutmamamız lazım. Eğer bu hususlarda hata yapılırsa, bu hususlara gerekli dikkat verilmezse, kanaatimizce Kıbrıs Türk halkının geleceği ipotek altına alınabilir.
Bu geçmişten alınması gereken, bizce en büyük derstir"
İlker Başbuğ’un konuşmasının Türk devletinin resmi görüşünü yansıtıp yansıtmadığı belli değil. Daha doğrusu Türk devleti bu konuda resmi bir politikaya sahip olamıyor ve yarın başka bir general çıkıp farklı şeyleri söyleyebilir.
Ama Türklerin bütün cephelerde sıkıştıkları bir gerçektir. Avrupa Birliği ile ilişkiler Kıbrıs yüzünden durduruldu, ABD ile ilişkileri berbat, İran ile ilişkileri güvensiz, Rusya ile ilişkileri belirsiz ve en önemlisi Kürt milletine düşman politikasını sürüdüryor.
Türk devletini ”dış güçlere” tavizkar Kürt milletine tehditkar politikası devam ediyor. Türkler; Romlar’a, Ermenilere taviz vererek Kürt milletine karşı savaşmaya çalışıyor olabilir.

Tehdit eden kim?

KK-Haber
DIYARBEKIR, 4/2 2007 — Türk medyası yalan ve yanlış bilgi vermekten başka bir şey bilmez. Hergün Kürt liderlerin ’tehditlerini’ manşetlere çıkarıyor. Türk yetkilileri, hemen hemen her gün ve açık bir şekilde Kürdistan’ın güneyine silahlı müdahalede bulanacaklarını açık açık söylüyorlar. Türk başbakanı, Dışi İşleri bakanı dahil en yetkili kişiler açıklama yapıyor. Açıklamlar bir yana, sınıra 200 000 asker yığdıklarını söylüyorlar ve askeri müdahelenin bu baharda olacağını söylüyorlar. Kürt liderler de ’saldırırlarsa kendimizi savunuruz’ diyorlar ve Türklere göre bu ’Kürtler tehdit ediyor’ oluyor.
Mesud Barzani 2006 yılı içerisinde, Türkler ile ilgili yalnızca bir açıklaması olmuştur
Türkler, kuzey ile güney Kürdistan arasındaki ”sınıra” 200 000 asker yerleştirdikleri zaman ve Türk medyası açık açık askeri yığınağın amacının işgal olduğunu yazdığı zaman, Mesud Barzani (Mayıs 2006) açıklama yaptı ve Türklerin işgal planına karşı savaşacaklarını söyledi. Kürtlerin ilerleme kervanını durdurmaya çalışanlara ’iç problem’ yaratacaklarını söyledi.
Türk medyası kendisini çok zorlamasına rağmen, Barzani’den açıklama bulmuyordu. Barzani’nin Ağostus ayında Suleymaniye’ye yaptığı ziyaret sırasında uydurdular ve tekrar ’Barzani tehdit ediyor’ dediler. Oysa Barzani’nin o zaman herhangi bir açıklaması olmamıştı.
2007 yılı içerisnde de Türklerin sürekli ve hergünkü açıklamalarına karşılık Mesut Barzaninin ayrı yerlerde ve ayrı günlerde, yaptığı konuşmalarda aynı sürece cevap vermiştir.
Bu süreci başlatan ve sürdüren Türklerdir. 2007 yılının savaş yılı olacağını yazan ve ona göre hazırlık yapan Türkler ve Türk ordusudur. Bundan iki yıl önce ’Metal Fırtına’ 2007 yılını işaret ediyordu. Türklerin stratejist ve yazarları, 2007 yılı ile ilgili yüzlerce belki binlerce makale yazdılar. Yazılan ve söylenenlerin %90 Türklerin 2007 de müdahale edeceklerini doğrulayan ve teşvik eden yazılar ve konuşmalardı. Aleni savaş ilanına karşı çıkanlar da ’örtülü savaş’ öneriyor. Bu süreç devam ediyor ve Mesut Barzani bu süreç ile ilgili açıklama yapıyor.
Gerginlik yaratan ve kışkırtıcılık yapan en üst düzeydeki Türk yetkilileridirTayyip Erdoğan’ın birden fazla kere, TV ekranlarında ve gazetecilere, kendi partisinin gurup toplantısında (09-01-2007) açıkça Irak’ın içişlerine müdahale olan açıklamalarda bulundu.
Irak anayasasının öngürdüğü şekilde Kerkük’te referandumu’u kabul etmeyeceklerini söyledi. Kürdistan İdaresi Başkanlığı bürosundan Erdoğan’a yazılı cevap verildi ve kimseinin Irak’ın iç işlerine müdahale etme hakkının olmadığını ve Türklerin zayıf noktalarını unutmamaları gerektiği belirtildi.
Türk Dışişleri Bakanı Abdullah Gül 2006 ve 2007 yılları içerisinde defalarca Kürdistana ve Irak’a müdahale olan açıklamalarda bulundu ve siyasi jargona uymayan ifadeler kullandı. Kürt liderler cevap vermediler.
Türk Adalet Bakan’ı Cemil Çiçek ancak kendisine yakışır bir dil ile Irak Devlet Başkanı Celal Talabani’den, söz etmek değil, küfür ettiği zaman da Kürt liderler kendisine cevap vermedi.
Mesud Barzani, son açıklmasında ‘Türkler veya İran bize saldırırsa kendimizi savunuruz’ diyor.
Türk medyası (özellikle Fethullah Gülen’in Zaman Gazetesi ve Erdoğan’a yakın Yeni Şafak Gazatesi) Barzani tehdit ediyor şeklinde yazdılar.
Bunun neresi tehdit?
‘Kendimizi savunuruz’ hangi dilde, hangi akıl ve mantığa göre tehdit oluyor?
Kürt liderlerin ne demesini bekliyorsunuz?
Gelin bizi öldürün, ülkemizin özgürleşen birkaç metresini de işgal edin mi demelerini bekliyorsunuz?
Fakat sadece Kürt liderler değil, Kürt milletinin hemen hemen tümü Kürdistan’ın özgürleşen topraklarını, Kerkük’ü savunmaya hazırdır.
Bundan kuşku duyan, deneyerek hakikatı öğrenebilir.

MIT Fransada (terör) eylemi yaptığını söylüyor ve Fransa devleti hiçbir şey yapmıyor

MİT'in eski Yurtdışı İstihbarat Başkanı Nuri Gündeş NTV’deki programda açık açık Fransada terör eylemi yaptıklarını söyledi. Daha önce de Türk istihbaratçılar aynı şeyi söylemiş ve Fransa da bomba patlatıklarını, insan öldürdüklerini söylemişlerdi. Fransa faillerin açık ittiraflarına rağmen sessiz kalmış ve kalıyor. Can Dündar’ın ”Neden” programına katılan eski MIT’çi aynı iddiaları tekrarladı ve Marsilyadaki Ermeni anıtını bombaladıklarını söyledi.
Can Dündar Nurü Gündeş’ten şöyel aktarıyor:
["Marsilya'da bir Ermeni abidesi yapıldı. Oranın devlet başkanı açtı orayı... Devletin ne polisinin, ne de askerinin ulaşamayacağı menzillerde savaş veren insanlar olarak bizler oralara gittik. Ben gitmedim, ama ekibim gitti.]
Tam bir terörist ve eşkiya gibi konuşan Nuri Gündeş yaptıkları terör eylemleri ile övündüğü gibi Behçet Cantürk’ü yakaladıklarını, devlet tarafından öldürüldüğünü ve bunun bazen yapılmasında bir yanlışlık görmediğini söyledi.
MIT elemanı Alaattin Çakıcı ile ilgili de bazı açıklamalarda bulunan Gündeş, Alaattin çakıcıdan özür diledi ve şöyle dedi:
[”Bir mecmuada bana Alaattin Çakıcı'yı sordular, 'Ben devlete böyle sonradan sıkıntı olacak kişilerle pek iş yapmadım' dedim. Bana mektup yazdı hapishaneden... Şimdi dinliyorsa beni yanaklarından öperim, devlete eğer hizmeti varsa...”]
Fransa ile Türklerin ilişkileri oldukça karışıktır. Fransa bir nevi Türk istihbaratı elemanları ve kirli işler elemanlarının sığınma yeridir. Türk istihbarat elemanları, terör eylemi yapıyor yakalanmıyor. Alaattin Çakıcı, Abdullah Çatlı vb.ler hep Fransada kalmış ve Fransada eylem yaptıklarını söylemişler.

AFP: Condoleezza Rice Abdullah Gül’e Irak’ta Kürt gerillalarına saldırmama telkininde bulundu

KK-Haber
DIYARBEKIR, 8/2 2007 — ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, Türk Dışişleri Bakanı Abdaullah Gül’e Kürt gerillalarına askeri saldırıda bulunmamaları için telkinde bulundu. Türk Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ABD’de bulunuyor ve ABD Dışişleri Bakanı ile evvvelki gün (06-02-2007) görüşmüştü. Yakında Türk Genelkurmay Başaknı Yaşar büyükanıt ta ABD’ye gidecek. Türk medyasının haberlerine göre, bu hafta sonu ABD’ye gitmesi daha önce kararlaştırılan Türk meclisi heyetinin ziyareti Abdullah Gül’ün isteği üzerine bilinmeyen bir tarihe ertelendi veya tamamen iptal edildi.
AFP 07-02-2007 tarihinde verdiği haberinde, ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’nin Türk Dışişleri Bakanı Abdullah Güle, Irak’ta Kürt gerillalara karşı askeri harekat yapmaması için sert telkinde bulunmuş.
Türk Dışileri Bakanı Abdullah Gül ABD’de bulunuyor ve yakında Türk Genelkurmay başkanı da ABD’ye gidecek. Abdullah Gül Washıngton’da yaptığı basın toplantısında PKK gerillarına karşı sınır ötesi askeri operasyon konusunda sorulan soruya, "Yapılmaması yönünde ABD’den bir telkin söz konusu değil" dedi.
Ancak Türk medyasına yansıyan haberlere bakılırsa ziyaret, Türklerin beklentilerini karşılamıyor.
Bu hafta sonu Türk meclisinden de bir heyet ABD’ye gidecekti ama Abdullah Gül’ün isteği üzerine ziyaret bilinmeyen bir tarihe ertelenmiş veya tamamen iptal edildi.
Türk devleti ve hükümeti ABD karşıtlığını yükseltmek için, ABD heyetlerinin gelişi öncesinde ve Türk heyetlerinin ABD ziyaretleri öncesinde, yalana dayalı temelsiz bir beklenti oluşturuyor. Sonra ‘yaratılan beklenti’ karşılanmadığı zaman da ABD’ye küfür ediyorlar ve bu sefer de aynı şeyi yaptılar.

zaterdag, januari 27, 2007

Türkiye işgal emelleri için ABD’yi ikna etme arayışında

KK-Haber
RIYAD, 17/1 2007 — Son günlerde Türkiye Başbakanı Recep Tayyib Erdoğan Kerkük bahanesiyle Kürtlere ve Kürdistan’ın güneyine karşı sesini yükseltmeye başladı. Buna karşılık Kürtlerin çoğu Türklerin her zamanki gibi boş konuştuğunu bu konuda ciddi herhangi bir girişimde bulunmayacağını düşünüyor. Oysa bu yöndeki gerçekler, çoğu Kürtlerin düşündüğü gibi değil. Gerçekten Türkiye, Irak Kürdistanı’nı işgal etmek istiyor ve bu konuda Amerika Birleşik Devletleri’ni ikna etmeleri için el altından Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün ve İsrail nezdinde çok ciddi girişimlerde bulunuyor.
Adının verilmemesi kaydıyla www.nefel.com haber sitesine özel olarak bilgi veren Suudi Arabistan yönetiminin bir diplomatı, Türkiye’nin İran ve Şiilerin Irak’a yönelik tehditlerinden söz ettiğini, Irak’ın kuzeyini yani Kürdistan’ın güneyini işgal etmek için Amerika’nın Türkiye’ye yol vermesi durumunda, Türkiye’nin, Sünni Arap ülkelerine ve Sünni Türkiye’ye yönelik İran tehditlerini engelleyeceğini belirttiğini söyledi.
Suudi Arabistan diplomatı, Türkiye’nin bu konudaki Suudi ve diğer ülkelerle yaptığı görüşmelerin ayrıntılarına girmeden şunları söyledi:
— Türkiye, Amerika’nın Türkiye’nin Kuzey Irak işgaline karşı çıkmaması ve bu yönde ikna etmeleri için Suudi Arabistan, İsrail, Ürdün ve Mısır ile çok ciddi görüşmelerde bulunuyor. Türkiye’nin argümanı ise, eğer Türkiye Irak’ın kuzeyine girmezse İran’ın Irak üzerindeki etkisi engellenemez ve Irak fiili olarak İran’ın ve Şiilerin etkisine girmiş olur.
Türkiye Suudi Arabistan’a ve diğer ülkelere Kürtlerin ikili oynadığını söylüyor. Türkiye’ye göre Kürtler hem Amerika’ya İran’a karşı olduklarını söylüyorlar hem de aynı zamanda Bağdat’ta merkezi hükümeti zayıflatmak ve böylece kendi bağımsız devletini kurmak amacıyla İran ve Irak’taki Şiilerle de işbirliği yapıyorlar.
Suudi Arabistan, İsrail, Ürdün ve Mısır’ın Türkiye’nin bu emelleri doğrultusunda Amerika’yı ikna edip etmeyecekleri belli değil. Ancak şu bir gerçek ki, Türkiye’nin gerçek emeli İran’ın bölgedeki etkisini kırmak değil, esas yapmak istediği şey Kerkük’ün Kürdistan yönetimine geçişini engellemek ve Kürtlerin önünü kesmektir.
Türk parlamentosu bu ayın 23’ünde Irak ve Kürdistan’ın güneyinin durumunu gizli görüşmek üzere toplanacak ve Türkiye’nin tutumu gün geçtikçe Kürdistan yönetimine karşı sertleşiyor.

Kürt milleti ile arası iyi olmayan Türk, Ortadoğu da hiçtir

KK-Haber
DIYARBEKIR, 25/11 2006 — Türk devleti herşeyini Kürt milletine düşmanlığa yatırmış ve her yerde kaybediyor. Türkler, Kürt milletine düşmanlık üzerine kurulu politikaları ile dünyadaki önemli gelişmelerin dışında kalıyorlar. Irak, İran ve Suriye’nin Tahran’da yapacakları toplantıya Türkler davetli değil. Türkler, Kürtlerin hak sahibi oldukları bir Irakı görmek istmedikleri için, Irak devlet başkanı Celal Talebani’yi, Kürt olduğu için, Türkiye’ye davet etmiyorlar ve bu da kendi tecritlerine neden oluyor. İran’da yapılacak toplantı, Talebani’nin insiyatifi ile yapılıyor ve Ortadoğu’daki önemli gelişmelerin ele alınacağı bir görüşme olacaktır.
Irak, İran ve Suriye’nin devlet başkanları Tahran’da toplanıyor. Bu toplantıda Ortadoğu’nun önemli problemleri konuşulacak. Problemlere çözüm bulunmazsa da, toplantının yapılması başlı başına önemlidir. Daha önce Türkler, İran ve Suriye ile birlikte toplantı yapıyordu. Irak devlet başaknı Celal Talebani insiyatif alarak Türkleri etkisizleştirdiği gibi İran ve Suriye’nin ABD ile normal bir diyalog ortamının oluşmasına yardımcı oluyor.
Türkler Ortadoğu’da istikrardan yana değil ve bölgeyi daha fazla istikrarsızlaştırmak için Kürdistan’ın güneyini işgal etme tehdit ve şantajını kullanıyor.
Soğuk Savaş psikozunu yaşayan Türkler, bölgenin değişimini görmüyorlar. Irak’ta meydana gelen terör olayları ile kendilerini kandırıyorlar, kafalarında oluşturduklarıı ‘büyük devlet’, ‘bölgesel güç’ hayalleri ile yaşıyorlar.
Kürt milleti ile anlaşmayan herhangi bir bölge devletinin önemli bir güç olması oldukça zordur. Bu tarihi olarak ta böyledir. Sadece birinci dünya savaşı sonrasında ve özellikle Soğuk Savaş döneminde, Kürt milletine düşmanlık ile dengeler sağlanmıştır. Türkler ise eskiye takılı kalmışlar. ‘ABD burdan gider ve biz o zaman işnizi görürüz’ ile uğraşıyorlar. Halbuki ABD gitmez ama gitse de Türklerin hareket alanı genişlemez tersine daralır.

İşte Türk’lük böyle bir şey

Mewla Benavî
Tayyip Erdoğan Türk olmadan önce anlaşılır, ve insani tarafları olan bir kişi olarak tanınıyordu. Erdoğan’ın Türkleşme süreci hepimizin gözleri önünde gerçekleşti. Onun nasıl Türkleştikçe insanlardan uzaklaştığını gördük ve eski mazlum hali yerine duygusuzlaştığını, gaddarlaştığını ve “devlet’in âlî” menfaatleri için herşeyi mübah saymaya başladığına şahit olduk. Tayyıp Erdoğan’ın isteyerek Türkleştiğini belki iddia etmek doğru olmaz. Ama Türkleşmek bir süreçtir ve sürecin başından sonuna kadar direnmeyenleri düşürürler.
Tayyip Erdoğan Gürcü bir insandır ve Türk olduğunu söylemekten kaçınıyordu. Türkler kendisini zorladıkları zaman da “Türkiyeli” terimini kullanıyordu. Sonra tehdit, suikast ve belki şantajlara dayanamayarak Türkleşti. “Türkiyeli” yerine ‘Türk’ olduğunu söylemeğe başladı. Tabii Türkleşmek sadece “Türk’üm” demekle olmuyor. Türk olmak; Türk gibi konuşmak, Türk gibi davranmak ve yavaş yavaş Türk gibi düşünmektir.
Tayyip Erdoğan kendisinin Türk, hanımının Arap olduğunu ama Kürtlerin var olmadığını söyledi. Bu tipik bir Türk konuşmasıdır. Bu türden tutarsızlığı ancak bir Türk yapabilir ve zaten bir insan bu dereceye vardıktan sonra artık sonu hayırlı olmaz.
Türklük melanetinde hak, hukuk ve insani duygular yoktur. Türk yazar ve çizerlerinin Kürdistan’ın güneyini işgal etme tartışmalarında, Kürtlerin ne düşündükleri ve ne hissetiklerinin hesabı yoktur. Hiçkimse orada hak sahibi olmadıklarını söylemiyor. Kimse çıkıp orası, Irak değil Kürdistan, ayrı bir ülkedir ve orayı işgal etmek insani açıdan hak ve hukuk açısından doğru değil demiyor. Hiç kimse işgal operasyonun kaç Kürd’ün ölümüne neden olabileceğini, kaç kişinin evinin yıkılacağı hesabını yapmadığı gibi ölecek olan Kürtler karşı zerre pozitif duygu da beslemiyor. Yani eğer işgal etmeği mümkün görseler hemen yaparlar ve herkes taraftardır.
Tayyip Erdoğan’ın 10 bin kilometre gerekçesi de Türk’lük mantığına dayanıyor. Farzedelim ki ABD haksız bir şekilde Irak’ı işgal etti, Peki bu Türkler’e Kürdistan’ın diğer bir parçasını işgal etme hakkını mı verir? Türkiye ile Yunanistan arasında da birkaç kilometre var. Hakeza Türkiye’nin bugünkü sınırları Bulgaristan, Ukrayna, Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan ile var. O zaman Türklerin bu ülkeleri işgal etme hakkı mı var? Türk mantığına göre var ve bütün dünya ‘yurt olmayı’ bekliyor.
Tabii ‘yurt edinme’ sonucu devşirilenler şimdi başka tarafları ‘yurt edinmek’te beis görmezler. Katliam, talan ve yalan üzerine kurulu devletin hak, hukuk ve insanlara saygı ‘lüksü’ yok, ‘Türk’lerin de bu türden bir dertleri yoktur. Tayyip Erdoğan Kürtleri tehdit ederken hitap ettiği bir kitle vardır ve o kitle Kürtleri öldürmek, talan etmek, ortadan kaldırmak’ta sakınca görmez, zevk duyar.
Tayyip Erdoğan Türk’lerin diğer bir iddiasını dillendirdi. Bir zamanlar güneyli Kürtlere yardım etme kampanyasına katıldığını söyledi. Türk devletinin Kürtleri kuruduğunu söyledi. Oysa Türk devletinin Kürtleri kuruduğu kuyruklu yalandır.
Türklerin sık sık söz ettikleri iki dönem vardır:
1- 1988 Enfal’dan kurtulan Kürtlerin bir kısmı, Kürdistan’ın kuzeyine sığınmak zorunda kaldı. Türk askerinin sınırda onların başına neler getirdiğini biliyoruz ve olayın şahitleri yaşıyor. Murat Yetkin çıkıp açıklasın. Türk askerlerinin günlerce Kürt mültecilere sınırı kapattığını, onları aç, sussuz ve soğukta bıraktıklarını ve diğer taraftan da, Irak ordusunun Kürt kadın ve çocuklarını kimyasal silahlar ile yok ederken, Türk askerinin esiri olmaktansa, Irak askerinin operasyon alanına dönüp yokedilen Kürtleri anlatsın.
Kürt esirleri taşınırken Kuzeydeki Kürtler onları görmesin ve yardım etmesin diye gece kamyonlar ile taşıyorlardı. Bunu farkeden kuzeyli Kürtler, gece gündüz ekmek ve yemek pişirerek hızla yoldan geçen kamyonlara atıyorlardı.
Sonrasını da biliyoruz. Toplama kamplarında, telörgüler ile çevrilen ve yıllarca çadırlarda yaşayan Kürtlerin başına neler getirdikleri de biliniyor. Su almak için hergün falakadan geçmek zorunda olan kadın ve çocukları anlatsın Tayyip Erdoğan. Ekmeklerine zehir kattıktan sonra, Baas rejiminin sorumlularını Mardine getirip Kürtlere karşı düzenlenen ‘ikna’ operasyonlarını anlatsın Türk yetkilileri.
O zaman bölge valisi olan Hayri Kozakçıoğlunun, esir kamplarında tutulan Kürtlere gönderilen—Hayri Kozakçıoğlu Bölge valiliği yaparken, dünyanın çeşitli ülkelerinden güneyli Kürtlere gönderilen para bir banka hesabında birkmişti ve o paralar Kozakçıoğlunun dentiminde idi. O paralar esirlerin ihtiyaçlarını gidermek için kullanılmamıştı. Kozakçıoğlu Diyarbekirden ayrıldığında banka hesabını da beraberinde götürdü ve o para ile İstanbul boğazında villalar satın aldı— milyon dolarları çalmasının da Kürtlere ne büyük yardım olduğunu anlatsın Abdullah Gül.
Türkler hiçbir zaman Kürtlere yardım etmemiştir. Türkler’in 1988’de sınırları açmasının nedenleri vardır. Yüzbinlerce insanın dünyanın gözleri önünde katledilmesinin uluslarası müdahaleye neden olabileceğini düşündükleri için ve Kürtleri kontrol altında tutumak için sınırın bu tarafındaki toplama kamplarına yerleştirdiler.
2- 1991 de Kuveyt’in işgalinden sonra yenilen Baas rejiminin Kürtlere karşı uçak ve ağır silah kullanma yetkisinin de ‘âlicenap’ Türklerin eseri olduğunu biliyoruz. O zaman ABD’nin müttefiği olan Türkler ABD ve Batı’ya baskı uygulayarak Saddamın Kürtleri katletmesini sağladı. Türkler o zaman da sınırları kapattılar. Dünya televizyonlarının yayınladıkları resimler hala belleklerdedir. Türk askerlerinin Kürtlerin kendi kardeşlerine gönderdikleri yiyecekleri çaldıkları, imha ettiklerini ve dipçikler ile Kürt kdınlarına vurdukları hala gözlerimizin önündedir.
Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül doğan güneşten utansınlar. Türk devletinin resmi ve fiili politikası hala Kürtleri ortadan kaldırmaktır. Kürtlerin umutlarını yoketmek Türk devletinin en birinci amacıdır ve bu MGK’nin resmi belgelerinde vardır ve Tayyip Erdoğan bu devletin başbakanıdır.
İncirlik’ten ‘No fly zone’ kontrolünden söz ediyorlar. Sanki babalarının hayrına yaptılar. Süleyman Demirel ve o zamanki Türk yetkililerin açıklamalrı ortadadır. ‘İncirliği kapatırsak başka yerden kontrol ederler ve hiçbir etkimiz olmaz’ diyorlardı. Tuncay Özkan’ın o dönemi anlatan kitaplarını açıp okusunlar. ABD’lilerin başına neler getirdiklerini ve en kritik dönemlerde uçakları silahsız uçuşa zorladıklarını Türk devletinin resmi belgelerinden okusunlar. Defalarca ABD’li yetkililere ‘Artık kontrole gerek yok, zaten Kürtler de Irak ile anlaşmak istiyor’ gerekçesi ile Çekiç Güç’ün görevini yapmasını engellemişler. Kürtler yardım eden NGO’ların faaliyetlerini durdurdular ve yıllarca Kürdistan güneyi çok yönlü ambargoya tabi tutuldu. Kime hikaye anlatıyor Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan.
Şimdi? Şimdi de güneyli Kürtlere savaş açmıyorlarsa ‘âlicenap’ oldukları için değil. Yapamadıkları içindir. Kürdistan’ın güneyinin onları nasıl korkuttuğu ve Kerkük’ün iştahlarını nasıl kabartığı gizli değil. Ama sınırın o tarafında Türkler ile savaşmaya hazır bir Kürt ordusu var ve ABD’nin silahlı güçleri vardır. Müdahalenin sınırın bu tarafında yaratacağı tepkinin etkisi ve uluslarası baskıdan çekiniyorlar.
Türkler işgal ve sınır değiştirme senaryolarını 1995’te denediler. Kürdistan’ın güneyine 30 000 asker ile girdiler. Kürt köylülerini öldürdüler. Kürtler de Türk özel birliklerinden beş misli on misli asker öldürdüler. Daha sonra da aynı şeyleri denediler ve hep büyük kayıplar ile geri döndüler.
Bu işlerin bir de uluslar arası boyutu var. 1995’te Tansu Çiller Türk Başbakanı idi ve Türk devleti Kürdistan’ın güneyini işgal etmek amacı ile Kürdistan’ın güneyine sevkiyat yaptı. Almanya Dışileri bakanı Klaus Kinkel Türkiye’ye giderek Tansu Çiller’e ‘Ne zaman, Kürdistan’ın güneyinden, çekilirsiniz’ diye sordu ve ekledi. ‘Geri çekilip çekilmeyeceğinizi sormuyorum, ne zaman çekileceğinizi soruyorum’ demişti. Tansu Çiller kırın mırın etmiş ama Türk askeri birlikleri pis pis geri çekilmişti. Merak eden Cüneyt Arcayürek’in, Tuncay Özkan’ın Türk resmi belgeleri ile yazılan ve o dönemi anlatan kitaplarını okuyabilir.
Şimdi çıkıp perdesiz konuşmak, metre ve santim ile konuşmanın anlamı yok. Türkler hiçbir zaman ‘seyirci’ olmadılar. Her zaman müdahale ettiler. Kürtler dünya’nın herhangi bir yerinde, en ufak bir hak kazanmaya başladıkları zaman, Türkler müdahele ettiler. Çok basit olaylara da müdahale ettiler. İsveç’te açılan bir kreşin kapatılması için resmen müdahale ettiler. Kazakistan’daki Kürtçe eğitim veren okulların kapatılması için Kazakistan devleti nezdinde girişimde bulundular. Tayyip Erdoğan hangi dostluktan, hangi yardımdan söz ediyor. ‘Komşular görsün’ hesabı ile bir kamyonun arkasına birkaç koli eti bisküvisini atmak mıdır yardım dediği şey?
Filistin, Lübnan, Somali’ye ziyarete giden Tayyip Erdoğan’ın aklına ‘birkaç metre’ ötedeki Kürdistan gelmediği için mi gitmiyor? Ya da ‘vatandaşlık bağı’ ile Türk olanların akrabalarına yardim için mi Suriye, İran, İsrail, Suudi Arabistan ve ABD’ye ziyarete gidiyor?
Türk’lerin yaptıkları yapabileceklerinin azamisidir. Eğer mümkün olsa tek bir tane Kürt bırakmazlar. Yapmıyorlarsa yapamadıkları içindir. Onun için de Türkler’in söyledikleri değil yaptıkları ve yapacakları önemlidir.
Laf û gozaf ile bu işler yürümez. Türk yalanlarına inanacak Kürt sayısı da oldukça azalmış bulunuyor. Hile hurda ile de bu işlerin olacağı yok.
Bir Kürt atasözünde olduğu gibi “Heta rûvi dûvê xwe rast neke nakeve kûnê”. Tilki kuyruğunu düzeltmeden deliğe giremez.
Deliğe girmek niyetindeysen ‘kuyruğunu’ düzeltmen gerek ‘Sayın Türk’.

dinsdag, januari 23, 2007

ARMENIAN HRANT DINK

Hij werd voor het kantoor van zijn krant doodgeschoten. De politie vermoedt dat de schutter een tiener is. Wat zijn motieven waren is niet duidelijk. De 53-jarige Dink is verschillende keren veroordeeld wegens belediging van het Turkse volk. Hij heeft herhaaldelijk gezegd dat Turkije in 1915 volkenmoord heeft gepleegd op de Armeniërs en dat is strafbaar in Turkije. De Turkse republiek heeft de massamoord op de Armeniërs geschrapt uit de officiële geschiedschrijving en ontkent het bestaan ervan.

Hij was en zal altijd een Armeniër blijven, net zoals alle resterende Armeniërs die in hun vaderland zijn blijven wonen. Het zijn ARMENIERS, niet Turkse Armeniërs en ook ZEKER niet Armeense Turken. We hebben al lang genoeg geleden onder het genocidale nationalisme van Turken die hebben geprobeerd om Armeniërs uit hun eigen land te zuiveren. Bernard, waarom doe je mee aan deze genocide? Noem ze toch gewoon Armeniërs. Dat zijn ze nu eenmaal. Er is niks Turks aan een Armeniër.

Het is echt jammer dat zo’n iemand als Hrant Dink is vermoord. Hrant Dink was Gevorg Chavush van deze tijd. Toen Gevorg Chavush (een Armeense vrijheidsstrijder) rond 1900 met zijn handjevol strijders zo'n beetje de hele operatie van Turkije dwarszat om Armeniers langzamerhand te vernietigen. Hij werd toen erg gehaat door de Turken en in de parlement zei men: 'Als hij nu toch maar eens hier was dan zouden we dit en dat met hem doen.' Op dat moment kwam hij binnenlopen en zei: 'Hier ben ik. Wat wilden jullie ook alweer doen?' Niemand durfde iets te zeggen. Iedereen was bang. En nu sprak Hrant Dink openlijk in de Turkse parlement net als Gevorg Chavush over de Armeense Genocide. De Turken hielden het op een deportatie waarop Hrant Dink zei: ' Ook al deporteerden jullie die mensen in gouden vliegtuigen, blijft het een genocide, omdat ze van hun wortels worden gescheiden. Zij leefden daar al 4000 jaar.'Persoonlijk denk ik, net als bijna alle Armeniërs, dat hij vermoord is op bevel van een hoog geplaatst iemand. Hij wilde al weg uit Turkije maar Erdogan heeft hem overgehaald om te blijven, omdat hij buiten Turkije nog meer kritiek zou uiten tegen het Turkse parlement en meer zou vertellen en schrijven over de Armeense Genocide. Maar zo dom als de Turken zijn, merken ze niet dat dit het probleem nog erger zal maken voor hen. Ze handelen voordat ze denken. En trouwens, al die mensen die riepen: ‘ Wij zijn allen Hrant Dink, wij zijn allen Armeniers,’ waren echte Armeniers die onder druk het Turkse geloof hebben aangenomen. Echte Turken zullen dat nooit hebben gezegd!!

vrijdag, januari 19, 2007

Dossier Armeense Genocide 1915-1916

Samengesteld door de redactie van de Informatiedienst Kurdistan-Nederland
Oktober 2006


FED-KOM FEDERATIE KOERDEN IN NEDERLAND
Sloterkade 10 1058 HD Amsterdam Tel: 020-6141816 Fax: 020-6143468
E-mail: fedkom@ddsl.nl Girorekening: 4374756 t.n.v Fed Kom Amsterdam

Open brief aan het bestuur van het CDA

Geacht bestuur,
Amsterdam 22 september 2006

Tot onze grote ontsteltenis en teleurstelling hebben wij er kennis van moeten nemen dat een kandidaat op de verkiezingslijst van het CDA voor de komende Tweede Kamer verkiezingen, Dhr Ayhan Tonca, de genocide tegen het Armeense volk van 1915 actief ontkent, en het zelfs een leugen noemt.. Wij vinden het onbegrijpelijk dat iemand op een CDA lijst kan voorkomen met zulke standpunten, terwijl de Europese Unie bezig is om Turkije tot erkenning van deze genocide te bewegen, waarbij 1.5 miljoen Armeniërs en andere minderheden door de Jonge Turken werden vermoordt. De standpunten van Dhr Tonca geven aan dat hij naar de wereld kijkt vanuit een perspectief dat is opgelegd door de Turkse staat. Nog steeds worden mensen in Turkije, waaronder schrijvers en andere intellectuelen, voor het gerecht gebracht omdat ze openlijk over deze volkerenmoord spreken.

Wij waren er van overtuigd dat ook het CDA de genocide tegen het Armeense volk erkende als een historisch feit. Maar de standpunten en uitspraken van Dhr Tonca hebben dit in twijfel getrokken. Hij is overigens niet de enige CDA kandidaat van Turkse afkomst die er deze standpunten op na houdt. Wij nemen aan dat CDA kandidaten zich hebben te houden aan de regels en het beleid van hun partij. Als Dhr Tonca, als officieel kandidaat dit soort uitspraken kan doen zonder dat dit consequenties heeft binnen de partij, moeten wij aannemen dat het CDA deze standpunten deelt of in ieder geval niet actief bestrijdt. Dat vinden wij een betreurenswaardige zaak, en een schandaal voor een partij die steeds heeft aangegeven de genocide wel te erkennen. Juist dit laatste is dan niet meer geloofwaardig.

Dhr Tonca is ook voorzitter van de moskeekoepel TICF, een onderdeel van de Turkse staatsinstelling Diyanet. Het is dan ook niet verbazingwekkend dat Dhr Tonca de staatsideologie van de Turkse staat uitdraagt. Naar onze mening is dit niet te combineren met een plaats op de CDA kieslijst. Wij vragen het CDA om druk uit te oefenen op Dhr Tonca om zich van zijn standpunten te distantiëren. Mocht dit niet mogelijk zijn lijkt het ons noodzakelijk dat het CDA zich van Dhr Tonca distantieert. Het kan immers niet zo zijn dat een toekomstig CDA kamerlid een historische feit ontkent dat intussen door de hele wereld, op de Turkse staat na, als een ware gebeurtenis wordt gezien.

In afwachting van uw antwoord verblijven wij,

Hoogachtend,

Bert Bakkenes (secretaris)

Namens het bestuur van de Federatie Koerden in Nederland (Fed Kom)
Naschrift redactie: De twee CDA kandidaten hebben na de vele publiciteit een verklaring getekend dat ze het standpunt van de partij op het gebied van de genocide accepteren. Indirect betekende dit dat ze de genocide erkenden. Dit na druk vanuit verschillende kanten, maar vooral van de Armeense Federatie. Het leek erop dat men had begrepen dat zonder de getekende verklaring de positie van de twee CDA’ers onhoudbaar was geworden. Maar toen de twee kandidaten in Turkse kranten de verklaring weer terugtrokken was voor het CDA de maat vol en werden de twee van de kandidatenlijst geschrapt. De PvdA verwijderde een Turkse kandidaat van hun lijst om dezelfde reden.
Turkse jurist wil CDA’ers voor rechter
Gedraai over Armeense kwestie
Van onze verslaggevers
De Turks-Nederlandse politici Ayhan Tonca en Osman Elmaci, beiden op de kandidatenlijst van het CDA voor de verkiezingen, lopen kans op een berechting in Turkije. Vandaag onderzoekt de nationalistische Turkse advocaat Kemal Kerincsiz uitspraken van Tonca en Elmaci over de Armeense kwestie. Als die strijdig zijn met de Turkse wet, dan zal Kerincsiz, zo zei hij gisteren tegen Trouw, hen aanklagen wegens schending van artikel 301 van de Turkse strafwet. Die verbiedt het bezoedelen van Turkije’s reputatie. Eerder sleepte Kerincsiz de schrijvers Orhan Pamuk en Elif Shafak voor de rechter, overigens zonder succes. Tonca en Elmaci danken de aandacht van de Turkse pleiter aan hun opvallende ommezwaai in de Armeense kwestie.
In juni nog voerden ze via een e- mailcircuit van lokale Turkse politici in Nederland campagne tegen een later aangenomen wetsvoorstel van de ChristenUnie, dat het ontkennen van een genocide strafbaar stelt. De CU noemde met name de Turkse genocide tegen de Armeniërs in 1915. Uit de e-maildiscussie blijkt dat Tonca en Elmaci de Armeense genocide ontkennen. Maar na ophef over hun standpunten zeiden ze donderdag in een verklaring: „Hierbij verklaren wij dat wij, indien wij zitting hadden gehad in de Tweede Kamer toen de motie inzake de Armeense genocide werd behandeld, het standpunt van het CDA na deelname aan het fractiedebat hadden onderschreven en voor de motie van de ChristenUnie hadden gestemd.” Gisteren weigerden de twee te zeggen of ze impliciet de Armeense genocide erkenden.
Nu worstelt ook de PvdA met een zelfde probleem. Gisteren werd bekend dat die partij Erdinc Sacan op plaats 53 van de kandidatenlijst heeft geplaatst. Sacan deed mee aan dezelfde anti-Armeense e-maillobby. Hij conformeerde zich gisteren aan de verklaring van Tonca en Elmaci. Woordvoerders van zowel CDA als PvdA gaven aan dat beslissend is dat de drie heren zich voegen naar het fractiestandpunt en dat het er minder toe doet wat ze zelf denken.
Bron: TROUW 23-06-2006
CDA en PvdA halen Turken van kieslijst
Van onze redactie politiek
De partijbesturen van CDA en PvdA hebben gisteren aspirant-kamerleden van Turkse afkomst van de kandidatenlijst gehaald vanwege diepgaande meningsverschillen over de Armeense kwestie.
Het CDA besloot 's avonds dat de kandidaten Tonca (op plaats 35) en Elmaci (56ste) niet meer te handhaven waren op de kandidatenlijst. Directe aanleiding was een interview in het Turks dagblad Sabah waarin ze hun oude standpunt opnieuw innamen dat er geen sprake is geweest van genocide op de Armeniërs. Vorige week conformeerden ze zich in een speciale verklaring nog aan het officiële standpunt van het CDA dat er op de Armeniërs georganiseerde volkerenmoord is gepleegd. Maar de twee ontkenden gisteren in de Turkse krant dat ze dat gedaan hadden.
Bij de PvdA werd de Turkse Nederlander Erdinc Sacan van de conceptkandidatenlijst geschrapt. Hij was volgens partijvoorzitter Michiel van Hulten teruggekomen van zijn steun aan het PvdA-standpunt. Sacan stond 53ste op de lijst. Van Hulten: „Het is een ontzettend moeilijk besluit geweest. Maar er zat niets anders op. Sacan deelde niet meer onze opvatting over de genocide. We zouden politiek niet geloofwaardig zijn geweest als we hem op de lijst hadden laten staan.”
Aanleiding was de berichtgeving in Trouw, dat de kandidaat een website beheerde, waarop vooral Turkse nationalisten de trom roerden en waar de Armeense genocide ontkend werd. Van Hulten: ,,Erdinc Sacan is een talentvolle man van 27 jaar die gevangenzit tussen twee culturen en die niet wil kiezen. We betreuren dat we dit besluit moesten nemen.’’Binnen de PvdA zijn meer lokale politici van Turkse afkomst die er net zo over denken als Sacan. Van Hulten zegt echter dat het aan de PvdA-afdelingen is om daarover het gesprek aan te gaan met betrokkenen. Sacan was gisteren niet bereikbaar voor commentaar.
Bron: TROUW 27-06-2006
’Bronnen in Armeense kwestie bevuild’
Van onze verslaggever
Tegen de Armeniërs zijn in 1915 verschrikkelijke misdaden gepleegd. Het CDA worstelt met een ernstiger geloofwaardigheidsprobleem dan de PvdA. Dat zegt Nebahat Albayrak, nummer twee op de PvdA-lijst, over de beroering die is ontstaan over kandidaat-kamerleden voor CDA en PvdA, die de Turkse volkerenmoord op de Armeniërs ontkennen. Op de CDA-lijst zijn dat Ayhan Tonca en Osman Elmaci, terwijl bij de PvdA Erdinc Sacan plaats 53 inneemt.
Over de genocide is Albayrak helder. Ze staat dichtbij de opvattingen van professor E. J. Zürcher, die in een boek over Turkse geschiedenis schat dat er in 1915 zevenhonderdduizend Armeniërs zijn omgekomen. Albayrak: „Dat aantal is niet het belangrijkste. Zijn vijfhonderdduizend doden soms minder erg dan anderhalf miljoen?” Over de aard van de gebeurtenissen in 1915 laat Albayrak dus weinig ruimte voor twijfel. Anders ligt dat voor de toedracht.
Albayrak, van Turkse komaf maar vanaf haar tweede opgegroeid in Nederland: „Ik moet toegeven dat ik er bar weinig van afwist. Maar toen ik me erin verdiepte, stuitte ik op een probleem. Alle bronnen bleken te zijn bevuild. Alles wat Armeniërs zeggen, wordt door Turken ontkend en omgekeerd. De luiken zijn omlaag. Er is geen gesprek mogelijk.” Ze wil dat er na honderd jaar een einde komt aan het welles-nietes- spelletje, ze wil de discussie opentrekken. Ze vindt dat Turkije en Armenië gedwongen moeten worden te praten en hun archieven vrij te geven.
Pas dan kan worden nagegaan of en in hoeverre het Turkse verwijt klopt dat de Armeniërs in de Eerste Wereldoorlog collaboreerden met de Russische vijand. Pas dan ook wordt duidelijk of er een vooropgezet Turks plan was voor volkerenmoord of dat de zaken uit de hand zijn gelopen, waardoor er bij de deportaties van Armeniërs vanuit hun woongebieden in het oosten van Turkije naar Syrië veel meer doden zijn gevallen dan verwacht.
Hoe komt het dat zo veel Turks-Nederlandse lokale politici er totaal andere opvattingen op na houden dan Albayrak, ook partijgenoten van haar? Dit blijkt uit de chatboxdiscussies op de website www.siyaset.nl, die beheerd wordt door Albayraks partijgenoot en kandidaat-kamerlid Erdinc Sacan. De site zit vol met genocide-ontkenners en ze behoren tot alle partijen. Hoe komt het dat mensen, die zo sterk Turks-nationalistisch denken, doordringen tot kandidatenlijsten voor de kamerverkiezingen, waaronder de lijst van de PvdA? Klopt het dat de partijen bereid zijn principes te verloochenen om extra (Turkse) stemmen binnen te halen?
Albayrak vindt het te vroeg om nu al een antwoord te geven op al die vragen. Ze wil eerst alle feiten kennen, bijvoorbeeld over die website. Toch vindt ze dat het vooral een CDA-probleem is: „Bij iemand als Tonca zit het dieper dan bij Sacan, het lijkt ideologischer. Het CDA is bezig met een charme-offensief naar moslims. Dat is na het Verdonk-beleid van wij-zij ongeloofwaardig.”
Bron: TROUW 26-06-2006
Erkenning genocide Armenen geen EU-voorwaarde Turkije
STRAATSBURG - Het Europees Parlement dringt niet aan op een formele erkenning van de volkerenmoord van de Turken op de Armenen, begin vorige eeuw, als voorwaarde voor Turkse toetreding tot de EU. Dat is het resultaat van een stemming over een advies van CDA-Europarlementariër Camiel Eurlings over de Turkse toetreding, woensdag in Straatsburg.
Het parlement ging wel akkoord met een tekst van Eurlings die oproept tot een historisch onderzoek naar de mogelijke georganiseerde moord op 1,5 miljoen Armenen en toenadering tot Armenië en Turkije hierover. De CDA-politicus wilde echter erkenning niet als strikte voorwaarde stellen, omdat daarover nooit is gesproken met de Turken voorafgaand aan het begin van onderhandelingen met de EU over lidmaatschap. Een strikte erkenning is voor Ankara ook onhaalbaar, meent Eurlings.
Hij wil dat een commissie van experts en historici onder auspiciën van de Verenigde Naties de zaak bestudeert. ‘Echte verzoening kan er ook pas komen als de feiten op tafel liggen, dat hebben we eerder bijvoorbeeld ook gezien in Zuid-Afrika’, aldus Eurlings.
‘De feiten moeten spreken, maar dat wordt moeilijk met het vragen van een formele erkenning.’ Als Turkije echter niet beweegt op dit terrein en bijvoorbeeld ook de grens met Armenië niet opent, voorziet Eurlings ‘zeer grote en onontkoombare problemen’
Het EP stelt elk jaar een advies op over de gang van zaken rond Turkije, dat vorig jaar begon aan onderhandelingen over lidmaatschap. Het parlement steunde in grote meerderheid een rapport van Eurlings om Turkije aan te sporen tot meer hervormingen, vooral op het gebied van de persvrijheid. ‘Eind volgend jaar zouden wat dat betreft alle wetswijzigingen moeten zijn doorgevoerd’, stelde de CDA'er.
Voorts dringt het EP er op verzoek van de groene fractie op aan dat een eerder voorstel van de Verenigde Naties geldt als basis voor de oplossing van het conflict tussen Turkije en Cyprus. Eurlings blijft er echter op aandringen dat Turkije eind dit jaar zijn havens en vliegvelden openstelt voor Grieks-Cypriotische schepen en vliegtuigen.
Bron: ANP Volkskrant 27-09-2006
Europa schrapt ‘Armenië-eis’ Turkije
Door onze correspondent Mark Kranenburg

Straatsburg, 27 sept. Het Europees Parlement lijkt geschrokken van de stevige taal die het eerder over Turkije heeft gebezigd. Gisteren en vandaag sloeg het opeens een veel welwillender toon aan. Het Europees Parlement heeft vanmiddag met grote meerderheid (429 tegen 71, bij 125 onthoudingen) Turkije opgeroepen serieus werk te maken van de beloofde hervormingen.De ferme boodschap die het Parlement twee weken geleden nog voor de Turken in petto had, leek gisteren ontkracht te worden doordat de europarlementariërs hopeloos verdeeld waren over de gevoelige ‘Armeense kwestie’.Moet geëist worden dat Turkije – wil het land lid worden van de Europese Unie – de genocide op de Armeniërs rond de vorige eeuwwisseling erkent?
Nee, zeiden de gematigden, die vreesden dat dit alleen maar olie op het vuur zou zijn voor de toch al getroebleerde verhoudingen tussen. Ja, zeiden de diehards die vinden dat Turkije niet hard genoeg aangepakt kan worden. Het was weer de afweging tussen de wortel of de stok die centraal stond tijdens het gisteren in Straatsburg begonnen debat over de wijze waarop Turkije zich voorbereidt op het EU-lidmaatschap. Het parlement leek geschrokken van de stevige taal die het zelf eerder had gebruikt Twee weken geleden schaarde de commissie Buitenlandse Zaken van het parlement zich met 54 tegen 6 stemmen achter een zeer kritisch rapport van de Nederlandse CDA-europarlementariër Camiel Eurlings. Daarin stond dat het hervormingsproces in Turkije het afgelopen jaar is vertraagd. Eurlings signaleerde op tal van terreinen „aanhoudende tekortkomingen” dan wel „ontoereikende vooruitgang”.
De reactie uit de Turkse hoofdstad Ankara liet niet lang op zich wachten. Gedeelten van het rapport waren niet realistisch en deden afbreuk aan de geloofwaardigheid van het Europees Parlement. De Turken begonnen een intensieve lobby in de wetenschap dat het voltallige parlement zich deze week over het rapport zou uitspreken. De lobby heeft gewerkt, want opeens was er gisteren tijdens het plenaire debat in Straatsburg een veel welwillender toon ten aanzien van Turkije te bespeuren. „Onze kritiek moet opbouwend zijn en de modernisering niet blokkeren”, zei de Britse liberale europarlementariër Andrew Duff.
In zijn fractie zitten onder andere de VVD en D66. Volgens de Nederlandse woordvoerder Jan Marinus Wiersma van de Europese socialisten, waar de PvdA toe behoort, had het Eurlings-rapport „de foute toon, op het foute moment en stimuleerde het de foute reactie”. De Groenen (onder andere GroenLinks) hadden soortgelijke kritiek en dreigden zich te onthouden van stemming.
Het grootste struikelblok vormde de twee weken geleden op het laatste moment toegevoegde passage in het rapport Eurlings waarin Turkije wordt opgeroepen de Armeense genocide uit 1915 te erkennen. Een dergelijke erkenning wordt „een voorwaarde voor toetreding tot de Europese Unie” genoemd. Maar volgens Turkije is er aan het einde van het Ottomaanse Rijk nooit sprake geweest van volkerenmoord. De kwestie ligt zeer gevoelig in de Turkse samenleving. Ankara riep de parlementariërs op het rapport aan te passen.
In de oorspronkelijke tekst van het rapport van Eurlings werd erkenning van de Armeense genocide nadrukkelijk niet als voorwaarde vooraf aan Turkije bestempeld, maar stond dat het „onontbeerlijk” is dat „een land dat op weg is naar het lidmaatschap zijn geschiedenis verwerkt en onder ogen ziet”. Het Parlement besloot vanmiddag met 311 tegen 292 stemmen de veelbesproken eis aan Turkije weer uit de tekst te halen.
Een ander gevoelig punt is hoe Turkije moet worden aangespoord de betrekkingen met Cyprus te normaliseren. De Turken zouden hun zeehavens en vliegvelden voor het eind van dit jaar moeten openstellen voor schepen en vliegtuigen uit Turkije. De EU zou dit dan kunnen opvatten als een begin van erkenning van Cyprus. In het rapport van Eurlings wordt Turkije aan deze eis herinnerd. Maar volgens de socialisten en Groenen moet er ook oog zijn voor de kritiek van de Turken dat de Europese Unie tot nu toe zijn verplichtingen aan het Turkse deel van Cyprus niet is nagekomen.
Of het wegvijlen van de scherpste kantjes de verhouding tussen de EU en Turkije zal verbeteren is de vraag. Tekenend daarvoor was de bijdrage van eurocommissaris Olli Rehn die eerstverantwoordelijke is voor de onderhandelingen over het EU-lidmaatschap. Hij was het „beu” om tegenover Turkije steeds in herhalingen te moeten vallen als het gaat om noodzakelijke hervormingen.
Bron: NRC 27-09-2006
INGEZONDEN

Albayrak en de Armeense genocide

Geachte redactie,

Nebahat Albayrak is waarschijnlijk door haar afkomst onwetend gehouden van de gewelddadige geschiedenis van de Turkse staat. Echter als politica behoort zij zich grondig te informeren alvorens een uitspraak te doen. In haar wollig betoog, gesecondeerd door Frans Timmermans, probeert ze de kool en de geit te sparen. Geen enkel steekhoudend argument. Voor Turkse politici in Nederland is het uur van de waarheid aangebroken. Het zou van moed getuigen, als de no.2 op de lijst van de PvdA zich thans duidelijk uitspreekt. Kiezers zijn gebaat bij moedige politici en hebben weinig vertrouwen in kandidaten, die om de hete brei heen blijven draaien. Er is niet 1 volkerenmoord gepleegd door de toenmalige regeerders onder wie de z.g. vader der Turken, Mustafa Kemal Pasha, maar meerdere, ook op de Grieken en de Assyriers, terwijl de afslachting van Koerden nog steeds doorgaat. Juist vanwege de onderdrukking van o.a. de Koerden, door de Turkse staat is het van belang de vroegere genocides te erkennen. Er moet schoon schip worden gemaakt.

Nelly Soetens

ROTTERDAM
Armeense kwestie zit Albayrak op de hielen
Van onze verslaggever Philippe Remarque
DEN HAAG - ‘Het is bizar. Het lijkt wel of ik permanent loyaliteitsexamen moet doen. Ik neem gewoon het PvdA-standpunt in.’ Nebahat Albayrak, op haar 2de uit Turkije gekomen, had nooit veel nagedacht over de Turkse massamoord op de Armeniërs in 1915. Maar nu is er geen ontkomen meer aan. Ze staat nummer twee op de PvdA-lijst, achter Wouter Bos. Drie kandidaat-Kamerleden van Turkse afkomst zijn van de CDA- en PvdA-lijsten geschrapt omdat ze niet wilden erkennen dat het in 1915 om genocide ging, iets wat hun partijen wel doen.
Dus moet ze kleur bekennen. Honderden e-mails heeft Albayrak gekregen: Armeniërs eisen dat ze de genocide volmondig erkent, Turkse Nederlanders noemen haar juist landverraadster. Albayrak betreurt het dat de radicalen aan beide zijden het debat nu domineren, terwijl volgens haar veel Turkse Nederlanders genuanceerd over de zaak denken, net als zij. Haar enige interview over de zaak werd heftig onder vuur genomen door genocide-deskundige Ton Zwaan van de Universiteit van Amsterdam.
Albayrak komt met haar opvattingen ‘dicht in de buurt van de huidige officiële Turks-nationalistische ontkenningspolitiek’, schreef Zwaan gisteren in Trouw. Het PvdA-Kamerlid vindt dat hij haar verkeerd citeert. Vandaag publiceert ze samen met fractiespecialist Frans Timmermans een opiniestuk in Trouw waarin ze het PvdA-standpunt nog eens uit de doeken doet. Dat moet de voortdurende suggestie weerspreken dat er ‘licht zit’ tussen haar opvattingen en die van de PvdA, aldus de woordvoerder van Wouter Bos. ‘Wij zijn trots op Nebahat.’
Ook in het CDA worstelen politici met 1915. Zaterdag op het partijcongres werd zittend Kamerlid Nihat Eski aan de lijst toegevoegd om de weggevallen kandidaten van Turkse afkomst te vervangen. Maar een groep boze Turkse CDA’ers maakt de partij verwijten en noemt Eski een ‘excuus-Turk’. Een van hen, het Dordtse raadslid Selim Tasgin, vertelt dat hij nu problemen heeft met zijn achterban. ‘Ze zeggen tegen me: ik kan niet meer op het CDA stemmen, want dan erken ik de genocide.’ Tasgin probeert ze in moskee en koffiehuis te overtuigen dat je het niet met alle standpunten eens hoeft te zijn om CDA te stemmen. ‘Ik wist ook niet dat het zo emotioneel lag.’

Bron: Volkskrant 04-10-2006
Geschrapte kamerkandidaten krijgen erelintje uit Turkije
door Erdal Balci
De drie Turks-Nederlandse kamerkandidaten die vanwege hun opvattingen over de Armeense genocide van de lijsten van het CDA en de PvdA zijn geschrapt, krijgen van de Unie van de Turkse parlementariërs de titel ’ereparlementariër’. Dat heeft de voorzitter van de parlementariërsbond TPB Hasan Korkmazcan gisteren bekendgemaakt. Het erelidmaatschap van de TPB is uitzonderlijk. Een van de weinigen aan wie het is verleend, is Rauf Denktash, de president van het door Turkije gesteunde noorden van Cyprus. Korkmazcan zei dat het besluit van de raad alleen nog aan de algemene vergadering op 4 oktober voorgelegd gaat worden. Maar dat lijkt slechts een formaliteit.
Korkmazcan haalde tijdens een persconferentie flink uit naar de twee partijen die Erdinc Sacan (PvdA) en Ayhan Tonca en Osman Elmaci (beiden CDA) van hun lijsten hebben gehaald. „We zien nu het ware gezicht van de politieke partijen in Nederland. Het gaat hier om partijen die als de nieuwe instituties van racisme fungeren. Ze hebben de drie Turkse politici het recht van het kiezen en gekozen worden ontnomen. Onze landgenoten hebben weliswaar afstand moeten doen van het kamerlidmaatschap, maar door hun houding hebben ze laten zien dat ze deel uitmaken van een cultuur die de menselijke waarden voorop stelt”, aldus Korkmazcan.
Een dag eerder verklaarden de Turkse parlementsvoorzitter Bülent Arinc en het Turkse ministerie van buitenlandse zaken al dat ze vierkant achter de drie Turks-Nederlandse politici te staan. Turkse kranten besteden veel aandacht aan de kwestie. Hürriyet had gisteren de foto van PvdA-kamerlid Nebahat Albayrak op de voorpagina staan. Volgens de krant is zij het volgende doelwit van de ’Armeense lobby’. De krant kopt met ’De grote schande van Nederland’, eerder in de Turkse pers gebruikt voor de kwestie rondom het asbestschip Otapan. Binnenin heeft Hürriyet het over een ’zwarte dag voor de Nederlandse democratie’.
Op de nationalistische internetsite www.habera.com beweert columnist Veyis Güngör dat het de bedoeling is om Turken te verhinderen mee te doen aan het politieke leven. Güngör vermoedt een complot waarin Trouw, Nova en het CDA centraal staan. De Turkse berichtgeving rept met geen woord over de website www.siyaset.nl, waarop de drie kandidaat-parlementariërs maandenlang systematisch het standpunt van hun partijen over de Armeense genocide aan hun laars lapten.

Bron: Trouw 30-09-2006
’Genocide is geen rekeningrijden’
door Eildert Mulder
Mustafa Demir waarschuwde al in 2001 voor het nationalisme onder Turks-Nederlandse politici. Maar toen wilde niemand naar hem luisteren. ’Als Nederland ten onder gaat zal dat niet zijn vanwege de stijgende zeespiegel of allochtonen maar door slecht bestuur.” Mustafa Demir volgt met verbazing en herkenning volgt de verwikkelingen rondom de Turks Nederlandse politici Ayhan Tonca (CDA), Osman Elmaci (CDA) en Erdinc Sacan (PvdA). Herkenning omdat hij vijf jaar geleden partijbonzen van de PvdA in zijn woonplaats Den Haag vergeefs probeerde wakker te schudden.
Verbazing omdat er in die vijf jaren bij de Nederlandse politieke partijen weinig is veranderd. Nog steeds blijken selectiecommissies slecht op hun taak berekend. En hij heeft nog steeds het gevoel dat partijen de echte problemen van jeugdwerkloosheid, discriminatie en criminaliteit niet aanpakken. Het gesprek heeft plaats op een terras vlakbij de Schilderswijk, waar Demir opgroeide. Hij haalt Confucius aan: „Soms is het een groot geluk dat datgene wat je graag wilde, niet gebeurde.” Demir werkt nu met plezier als rechtbanktolk. Zijn politieke ambities staan in de ijskast. In 1998 probeerde hij met een eigen lijst in de gemeenteraad te komen. Zijn campagne voerde hij in theehuizen en moskeeën en hij kreeg achthonderd stemmen.
Vier jaar later deed hij met succes een gooi naar een plek op de PvdA-lijst. Omdat hij onder Turken bekendheid genoot en ook op Nederlandse voorkeurstemmen kon rekenen leek een zetel binnen bereik. Demir had er zin in, wilde misstanden aanpakken, waarin hij in de ruim dertig jaar dat hij in Den Haag woont, weinig zag verbeteren. Destijds kregen veel migrantenkinderen automatisch het advies om naar de lagere technische school te gaan.
Het liep anders. Tot zijn ergernis zag hij dat op de lijst drie kandidaten staan uit de Turks nationalistische of religieuze hoek. Hun ideeën pasten volgens hem niet in de PvdA. De partijleiding eiste bewijzen. De toenmalige integratiewethouder Pierre Heijnen, (PvdA, nu kandidaat voor de Tweede Kamer, destijds lijsttrekker in Den Haag) nam het op voor een omstreden kandidaat, wiens vader voorzitter was van de plaatselijke Turks Islamitische Stichting, een afdeling van de sterk nationalistische Grijze Wolven. Volgens de partijleiding had de zoon afstand genomen van de ideeën van zijn vader. Maar diezelfde vader met zijn kennelijk verkeerde ideeën was wel doodgemoedereerd lid van de PvdA met stemrecht in de ledenvergadering. Niemand in de leiding vond dat een probleem.
Demir kreeg geen gehoor en trok zich als kandidaat-raadslid terug. In de jaren daarop zag hij hoe de Grijze Wolven, vroeger gemeden en uitgemaakt voor fascisten, aan respectabiliteit wonnen, onder meer door bezoekjes van premier Balkenende en minister De Geus aan hun hoofdkwartier aan de Schalk Burgerstraat in de migrantenwijk Transvaal. Demir vertelde zijn verhaal destijds aan Trouw. Reisbureaus en winkels van nationalistische Turken verspreidden vervolgens prints van dat artikel om klanten tegen Demir te waarschuwen. Hij vermoedt dat hij dat vooral dankte aan een opmerking over de Armeniërs. Hij zei: „Als ik zou zeggen dat er een genocide heeft plaatsgehad tegen de Armeniërs dan zou ik gelden als Turks landverrader.” De drie aspirant-parlementariërs zijn uitgerekend gestruikeld over de Armeense genocide , die ze ontkennen.
In grote lijnen kan Demir zich vinden in wat Nebahat Albayrak, nummer twee op de PvdA-lijst, tegen Trouw zei. Bayrak sprak van vele honderdduizenden slachtoffers en vreselijke misdaden tegen de Armeniërs maar wil wel nader onderzoek naar achtergronden en toedracht. Hij is overigens weinig gelukkig met de motie van de ChristenUnie, die de Armeense genocide erkent: „ Genocide is de zwaarste juridische kwalificatie. Deskundigen zijn er nog niet uit of die kwalificatie van toepassing is. De Kamer had niet zo stellig moeten oordelen. Maar feit is dat de Armeniërs uit Anatolië zijn weggevaagd. De Turken konden vermoeden dat deze deportatie op een catastrofe zou uitdraaien.”
Met verbijstering las hij het eerste commentaar van CDA-voorzitter Maria Bijsterveld, die respect toonde voor de meningen van Tonca en Elmaci. Demir, boos: „Over kleinere onderwerpen kun je van mening verschillen. Maar een genocide is wat anders dan rekeningrijden.” Hij hekelt het CDA nog harder dan de PvdA: „Vier jaar Verdonks beleid steunen en dan komen opdraven met drie excuus-Turken!” Er is wel een probleem, ook voor een goedwillende partij. Je wilt in je fractie een afspiegeling van de samenleving, maar hoe verhinder je dat er verkeerde figuren vanuit minderheden, waarmee je slecht bekend bent, je partij binnenkomen. Demir: „Hou vast aan je principes. Hanteer als basisregel dat iemand jouw beginselen onderschrijft. Vanuit dat uitgangspunt moet je mensen selecteren.”
Hij vindt het treurig dat de Turkse gemeenschap de schuld van de affaire krijgt, terwijl in de eerste plaats de partijen blaam treft. De Turkse gemeenschap in Nederland ligt structureel van twee kanten onder vuur, vanuit Nederland en vanuit Turkije. Demir merkt dat wanneer hij delegaties begeleidt, die Turkije bezoeken. Demir: „Nederlanders zijn vaak bevooroordeeld. In Istanbul, een moderne stad, blijkt hun beeld van Turkije niet te kloppen. Dan vragen ze: ’Waarom zijn Turken in Europa zo anders?’ En krijgen ze van Turkse organisaties te horen dat Turken in Europa, grof gezegd, domme boeren uit Anatolië zijn, die geen goed beeld van Turkije geven. Turkije én Nederland beseffen niet dat die 350.000 Nederlandse Turken voor beide landen goud waard kunnen zijn, als je maar in hen investeert.”
De kwestie kent voor Demir één held, een dominee in het tv-programma ’Pauw en Witteman’. Hij vertelde over een kerk, die in 1953 in Amsterdam werd gebouwd als dankbetuiging, omdat Amsterdam de oorlog ongeschonden overleefde. Niemand begreep de zin van dit verhaal, totdat hij eraan herinnerde dat tienduizenden Joodse Amsterdammers de oorlog niet hadden overleefd. Hoezo was Amsterdam ongeschonden uit de strijd te voorschijn gekomen? „Dit nu is een voorbeeld van collectieve verdringing”, hield de preekheer zijn gehoor voor, onder wie Tonca. Demir: „Aan zo iemand zou ik graag mijn stem geven.”
Bron: Trouw 03-10-2006
'Amsterdamse politici ontkennen genocide'
(Novum) - Vrijwel alle Amsterdamse politici van Turkse komaf weigeren de Armeense volkerenmoord te erkennen. Dat blijkt donderdag uit een rondgang van Het Parool. De helft van de raadsleden heeft geen begrip voor het verwijderen van drie kandidaten van de kieslijsten voor de Kamerverkiezingen door het CDA en de PvdA. De meeste ondervraagden zeggen te weinig van de zaak te weten om er een oordeel over te kunnen geven. Anderen geven toe dat in Turkije verschrikkelijke dingen zijn gebeurd, maar willen daar niet de term genocide aan koppelen. Die staat voor het opzettelijk uitroeien van een volk. Op één uitzondering na liet geen van de ondervraagden volgens Het Parool het achterste van zijn tong zien. Enkelen waren ronduit bang om hun standpunten te geven, een ander trok zijn commentaar achteraf in.
Dinsdag schrapte het CDA Ayhan Tonca en Osman Elmaci van de kandidatenlijst omdat zij de genocide niet wilden erkennen. Erdinç Saçan moest om dezelfde reden het veld ruimen bij de PvdA. In Turkije is het juist strafbaar de genocide te erkennen. Het Ottomaanse Rijk, het huidige Turkije, vocht in de Eerste Wereldoorlog aan de kant van de Duitsers. De Turken twijfelden aan de loyaliteit van de christelijke Armeniërs en besloten hen te deporteren naar Syrië. Tijdens de deportatie zijn anderhalf miljoen Armeniërs omgekomen.
Bron: Trouw 28-09-2006
Turken bedreigen politici
door Ron Korver
DEN HAAG - Nederlandse politici van Turkse komaf worden vanuit hun eigen gemeenschappen bedreigd als ze de genocide door Turkije erkennen. De discussie over de Armeense kwestie in Nederland ontwikkelt zich daarmee tot een enorme rel met Turkije. De Armeense kwestie, waarbij in 1915 onder het Ottomaanse bewind tussen de 600.000 en 1,5 miljoen mensen de dood vonden, speelt inmiddels zo hoog op dat Nederlandse politici van Turkse komaf vrezen voor hun leven. Bedreigingen zijn aan de orde van de dag, aldus een welingevoerde bron die uit angst voor de levens van zijn vrouw en kinderen unaniem wil blijven. Ook Tweede Kamerleden van Turkse origine blijven niet verstoken van bedreigingen aan hun adres, zo meldt een betrouwbare bron.
TaboeIn Turkije is het erkennen van genocide taboe, terwijl vanuit Europa juist veel stemmen opgaan die vinden dat Turkije juist tot erkenning moet overgaan wil het ooit lid worden van de Europese Unie.Nederlandse parlementariërs en gemeenteraadsleden zitten totaal klem en durven zich niet meer openbaar over de kwestie uit te laten. Gisteren gooide de Turkse Vereniging van Parlementariërs olie op het vuur met de mededeling voormalige kandidaat-Kamerleden van Turkse afkomst kunnen uitzien naar een erelidmaatschap omdat ze weigerden te erkennen dat er in 1915 in Turkije volkerenmoord heeft plaatsgevonden.
Bron: Telegraaf 30-09-2006
Chirac vraagt om erkenning volkerenmoord Armeniërs
JEREVAN - De Franse president Jacques Chirac heeft op bezoek in Armenië zaterdag Turkije opgeroepen te erkennen, dat er een volkerenmoord op Armeniërs heeft plaatsgehad. Alle volkeren groeien door hun drama's en fouten te erkennen, aldus Chirac. Turkije zou moeten erkennen dat de massaslachtingen en deportaties die in april 1915 in het Ottomaanse Rijk begonnen, volkerenmoord behelsden.
Turkije als de belangrijkste erfgenaam van het Ottomaanse Rijk heeft een praktisch officiële lezing van de gebeurtenissen. Die stelt dat massamoorden op Armeniërs een ongepland gevolg waren van oorlogshandelingen in de Eerste Wereldoorlog waaraan het Osmaanse Rijk aan de zijde van de Centralen (o.m. Duitsland en Oostenrijk-Hongarije) deelnam.
Bron: Telegraaf 30-09-2006
Zie de fouten uit het verleden onder ogen
door Nebahat Albayrak en Frans Timmermans

Turken, ook in Europa, moeten het debat over het uitmoorden van de Armeense bevolking aandurven. De term ’genocide’ is voer voor juristen. In de periode van het uiteenvallen van het Ottomaanse Rijk en tijdens de roerige periode onder de Jonge Turken tussen 1915 en 1917 zijn vele honderdduizenden Armeense slachtoffers gevallen. Daarover bestaat geen enkele discussie. Westerse én sommige Turkse historici zijn het over het algemeen eens dat een genocide plaatsvond. Turkse en onder wie de Amerikaanse historicus Bernard Lewis, houden het bij een deportatie van Armeniërs, waarbij ook een etnische zuivering heeft plaatsgevonden die er door de gruwelijke omstandigheden in de praktijk toe leidde dat honderdduizenden de dood vonden. Turkije ontkent de genocide en zet zich internationaal in, de erkenning ervan tegen te houden.
De Europese Unie en al haar lidstaten – dus ook Nederland–vinden dat van Turkije mag worden gevraagd dat het de massamoord onder ogen ziet, er onderzoek naar laat doen en zich dan ook neerlegt bij de resultaten van dat onderzoek. De PvdA steunt deze lijn en heeft er zich in de Kamer ook helder over uitgesproken.
In het volkenrecht is de term ’genocide zeer precies omschreven. Om ’officieel’ als genocide te worden aangemerkt, moet bewezen worden dat de volkerenmoord doelbewust is opgezet en uitgevoerd om een bepaalde bevolkingsgroep uit te moorden. Dat bewijs is formeel nooit geleverd in de Armeense kwestie. Daarom is er in de afgelopen decennia vaak gesteggeld over het gebruik van het woord ’genocide’, ook als iedereen met zijn boerenverstand wel kon vaststellen dat een bevolkingsgroep is uitgemoord. Armeniërs zijn niet het enige voorbeeld. Zo vinden wij het volstrekt legitiem om de slachtingen in Bosnië en Darfur genocide te noemen, terwijl eminente volkenrechtdeskundigen erop wijzen dat dit juridisch onjuist is. Daarom is het ook zo absurd dat de grote slachtpartijen in het Grote Merengebied in Afrika niet door iedereen gewoon genocide worden genoemd.
In deze context krijgt het Nederlandse debat over de Armeense genocide wat bizarre trekjes. Het is terecht dat wij spreken over genocide, want de slachtpartijen uit die periode doen in gruwelijkheid en omvang niet onder voor wat er zich in Darfur en in Rwanda, Burundi en Bosnië afspeelde. Of het ook precies aan de volkenrechtelijke definitie van genocide voldoet, laten wij graag over aan juristen en historici. De rol van politici moet nu zijn om mensen tot elkaar te brengen en niet zoals al bijna honderd jaar gebeurt, een semantische discussie voeren over definities en woordkeuze, die de oplossing eerder verder weg dan dichterbij brengen. Hoe absurd ook in onze ogen, de Turkse overheid heeft het recht om het gebruik van de volkenrechtelijke term genocide te bestrijden.
Dat is ook niet wat de positie van de Turkse overheid ongeloofwaardig maakt. Die ongeloofwaardigheid was het gevolg van de stelselmatige weigering diepgaand en onafhankelijk onderzoek te laten doen naar de gruwelen uit de jaren rond 1915. Nu zien we eindelijk beweging in Turkije op dit vlak. In intellectuele kring wordt de positie van de overheid steeds vaker historisch onhoudbaar genoemd, en het moment nadert dat er onafhankelijk onderzoek zal worden gedaan. Bemoedigend zijn de woorden van de Turkse onderhandelaar in het toetredingsproces, Ali Babacan. Hij zegt dat als dit onderzoek het bewijs levert dat er wel degelijk sprake was een geplande volkerenmoord, Turkije zich daarbij zal moeten neerleggen. De weigering van Armenië om mee te werken aan een diepgravend onderzoek, door wetenschappers die door beide landen als onafhankelijk worden erkend, is een zaak waar de EU zich ook niet bij mag neerleggen. De houding van Babacan getuigt van een begin van ontspanning in Turkije. Maar ook Turken in Europa zouden dit debat met iets meer zelfvertrouwen moeten aandurven.
Er zijn veel Europese landen waar de mensen moeite hebben de zwarte bladzijden uit hun geschiedenis onder ogen te zien. Val Russen, Oekraïners en Polen niet lastig met de pogroms. Praat in Frankrijk niet teveel over de gruwelen in Algerije of de massale collaboratie tijdens de oorlog. In Spanje ontkennen grote groepen de gruwelen van het franquisme en in Italië zat tot voor kort een partij in de regering die Mussolini een groot hervormer vond. In de Raad van Europa is dit jaar door vele linkse partijen, waaronder helaas ook zusterpartijen van de PvdA, een rapport naar de prullenbak verwezen dat sprak over de excessen van het communisme. De tientallen miljoenen doden die communisten op hun geweten hebben mochten immers niet aan ‘links’worden toegerekend. Hoeveel linkse mensen weigeren tot op de dag van vandaag in te zien dat het Oost-Europese communisme een gruwelijke ontsporing was van het socialistisch ideaal? En wat te denken van het taboe dat in sommige kringen in Nederland nog steeds rust op onze koloniale oorlogen, die wij officieel nog steeds eufemistisch met ’politionele acties’ aanduiden?
Natuurlijk, de ultieme gruwel van genocide is vele malen erger dan sommige van deze voorbeelden, maar het niet willen erkennen van fouten uit het verleden is niet alleen aan Turken voorbehouden. Na de Tweede Wereldoorlog hebben de Europeanen een poging ondernomen om het eeuwenoude lot van telkens nieuwe bloedbaden tussen verschillende volkeren te doorbreken. Dat die poging steeds beter is geslaagd, heeft niet alleen te maken met het onder ogen willen zien van de fouten uit het verleden, maar ook met de wens een verzoening tussen zogenaamde erfvijanden tot stand te brengen. Dat kon alleen maar lukken omdat niemand zich opsloot in zijn eigen gelijk en iedereen bereid was ook te luisteren naar het standpunt van de vroegere tegenstander. Een dergelijke houding heeft zeker bijgedragen aan het erkennen van de eigen fouten.
Zo is er eerst een brug geslagen over de Rijn tussen Frankrijk en Duitsland, en later over de Oder tussen Oost en West. Nu is het tijd voor een brug over de Bosporus.
Nebahat Albayrak en Frans Timmermans zijn kamerlid voor de PvdA. Albayrak staat nummer 2 op de lijst, Timmermans is Europa-woordvoerder.

Bron: Trouw 04-10-2004
Albayrak blijft vaag over Armeense kwestie

Door Fleuriëtte van de Velde

Het is terecht om de massamoord op de Armeniërs aan te duiden als ‘genocide’, maar formeel is er geen bewijs voor. Dat schrijft Tweede-Kamerlid Nebahat Albayrak (PvdA) vandaag in Trouw.
Albayrak, nummer twee op de kandidatenlijst voor de verkiezingen, kreeg eerder kritiek zich niet duidelijk over de Armeense massaslachting tussen 1915 en 1917 uit te laten. Maar met haar nieuwe bijdrage schept ze niet meer helderheid over haar standpunt.
BewijsHoewel ‘iedereen met zijn boerenverstand wel kon vaststellen dat een bevolkingsgroep is uitgemoord’, is formeel nooit bewijs geleverd dat de Armeense volkerenmoord heeft plaatsgehad, schrijft Albayrak.
‘Om officieel van genocide te kunnen spreken, moet bewezen worden dat de volkerenmoord doelbewust is opgezet en uitgevoerd om een bepaalde bevolkingsgroep uit te moorden. Dat bewijs is formeel nooit geleverd in de Armeense kwestie.’ Ze roept Turkije op diepgaand onderzoek naar de kwestie te doen en zich bij de resultaten hiervan neer te leggen.

Politionele acties
Albayrak, die het stuk samen schreef met PvdA-kamerlid Frans Timmermans, vindt dat Turkije niet de enige is die gruwelen uit het verleden niet wil erkennen. ‘Er zijn veel Europese landen die moeite hebben de zwarte bladzijden uit hun geschiedenis onder ogen te zien’. Daarbij noemt ze als voorbeeld ‘onze koloniale oorlogen [in Indonesië], die wij officieel nog steeds eufemistisch met politionele acties aanduiden’. Het niet erkennen van de Armeense genocide kostte vorige week drie kandidaat-kamerleden hun plaats op de kandidatenlijst voor de verkiezingen. Het CDA schrapte Ayhan Tonca en Osman Elmaci. Ook PvdA-kandidaat Erdinc Sacan moest het veld ruimen
Lees ook de weblog van Leon de Winter Verbijsterend dat PvdA Albayrak blijft steunen

Bron: Elsevier 04-10-2006
Armeense kwestie / Ook Albayrak heeft boter op haar hoofd
door Ton Zwaan
Nebahat Albayrak (PvdA) heeft over de Armeense kwestie een net zo aanvechtbare mening als de reeds van de lijst afgevoerde Turkse CDA’ers.
Onder de kop ’Bronnen in Armeense kwestie bevuild’ plaatste Trouw op 26 september jl. prominent een interview met Nebahat Albayrak, nummer 2 op de PvdA-kandidatenlijst. Zij doet daarin enkele uitlatingen over de Armeense volkerenmoord die in 1915 en 1916 heeft plaatsgevonden in het Ottomaans- Turkse rijk, getuigen niet alleen van een grote mate van onwetendheid, maar hier en daar ook van een uiterst bedenkelijke interpretatie van de gebeurtenissen. Daarmee komt de geïnterviewde, misschien wel zonder dat zij dat zelf beseft, dicht in de buurt van de huidige officiële Turks-nationalistische ontkenningspolitiek. Die ontkenningspolitiek is gevoerd vanaf de jaren twintig en kent diverse vormen. De eenvoudigste is algehele ontkenning: er is helemaal geen Armeense genocide geweest. Een tweede, wat meer geraffineerde vorm, is gedeeltelijke erkenning van de gebeurtenissen, gekoppeld aan vérgaande betwijfeling van de ernst van het gebeurde. Meestal wordt tevens de betrouwbaarheid van historische bronnen in twijfel getrokken. In een derde variant wordt gestreefd naar vervaging van het onderscheid tussen daders en slachtoffers, bijvoorbeeld door te beweren dat er een burgeroorlog woedde. Ontkenning behelst soms ook omkering: slachtoffers worden voorgesteld als daders, daders als slachtoffer.
Al deze vormen van ontkenning komen in het huidige debat voor. Cijfers over de aantallen dodelijke slachtoffers van genociden zijn naderhand altijd omstreden. Degenen die de ernst van de gebeurtenissen willen benadrukken zijn soms geneigd tot (te) hoge schattingen, degenen die het omgekeerde beogen hebben belang bij (te) lage schattingen. In het geval van de Armeense genocide schatten de meeste onafhankelijke wetenschappelijke onderzoekers het aantal dodelijke slachtoffers in beide jaren tussen de 800.000 en ruim een miljoen. Albayrak meent dat het ’aantal niet het belangrijkste is’, en noemt een aantal van 500.000. Door een lage schatting te kiezen en het aantal slachtoffers ’niet het belangrijkste’ te noemen, bagatelliseert zij ten onrechte deze problematiek en getuigt zij van gebrek aan respect voor de mannen, vrouwen en kinderen die destijds doelbewust op een verschrikkelijke manier zijn omgebracht.
Albayrak beweert ook dat ’alle bronnen’ over de Armeense genocide ’bevuild’ zijn. Dit is apert onjuist en tendentieus. Zo worden ten onrechte ’alle bronnen’ in één keer als verdacht aangemerkt. Over de Armeense genocide zijn vele uiteenlopende bronnen beschikbaar die ruim voor historisch onderzoek gebruikt zijn. Dat heeft geleid tot een aanzienlijk aantal zeer gedegen studies. Eén heel belangrijke bron wordt gevormd door de archieven van de Duitse buitenlandse dienst. Tijdens de Eerste Wereldoorlog waren Duitsland en het Ottomaanse rijk bondgenoten. Veel Duitse diplomaten, militairen en anderen waren toen actief in het Turkse rijk. Zij hebben gedetailleerde rapporten en ooggetuigenverslagen geschreven over de vervolging, deportatie en massamoorden. De eerste uitgave van deze bronnen dateert van 1919. Vorig jaar is een nieuwe, uitvoerigere uitgave verschenen: Wolfgang Gust (Hg.), Der Völkermord an den Armeniern 1915/1916 (Hamburg, 2005). Aan deze bron is niets ’bevuild’ en al een paar uur lezen in deze verzameling van honderden documenten is voldoende om doordrongen te raken van wat zich toen heeft voorgedaan. Er zijn veel meer van zulke bronnen.
Albayrak meent dat ’alles wat Armeniërs zeggen, door Turken wordt ontkend en omgekeerd’. Dit is een onhoudbare simplificatie: aan het onderzoek naar de Armeense genocide zijn bijvoorbeeld in de afgelopen jaren door een aantal uitstekende Turkse historici, van wie ik hier alleen Taner Akcam noem, belangrijke bijdragen geleverd. Het meeste onderzoek is overigens verricht door historici die Turks noch Armeens zijn, maar Frans, Amerikaans, Duits, Brits, Zwitsers of Deens. Onder deze onderzoekers bestaat grotendeels overeenstemming over de voornaamste feiten. Namelijk dat de Armeense minderheid in het Ottomaanse rijk in deze jaren het slachtoffer is geworden van een genocidale politiek van zorgvuldig voorbereide en grootschalige vervolging, deportatie en massamoord. Deze systematische vervolging en vernietiging heeft plaatsgevonden op initiatief en onder leiding van het toenmalige bewind in Istanbul en is uitgevoerd in nauwe samenwerking tussen de civiele staatsbureaucratie, het leger, de gendarmerie en andere politiediensten. Hoewel het woord ’genocide’ destijds nog niet bestond, kan er geen enkele twijfel over bestaan dat het hier een genocidaal proces betrof. Verder onderzoek naar het precieze verloop van dat proces is zeker wenselijk – zoals ook nog steeds veel onderzoek wordt gedaan naar de moord op de Joden – maar enigerlei vorm van ontkenning van het genocidale karakter van de gebeurtenissen is, gezien de stand van het wetenschappelijk onderzoek, uitgesloten.
De meest bedenkelijke suggestie van Albayrak is dat nagegaan zou moeten worden ’in hoeverre het Turkse verwijt klopt dat de Armeniërs (..) collaboreerden met de Russische vijand’. Wil zij de lezers van Trouw werkelijk doen geloven dat de honderdduizenden vermoorde Armeense kinderen, vrouwen en bejaarden streden aan Russische kant? En dat die daarom misschien terecht zijn omgebracht?
De ruimte ontbreekt om nader in te gaan op andere kwesties in het interview, maar mw. Albayrak heeft, nauwelijks gehinderd door enige kennis, een serie dubieuze uitlatingen gedaan die nauw verwant zijn aan negationisme en ontkenningspolitiek, in het bijzonder in de hierboven genoemde tweede en derde vorm. De vraag is hoe zij en haar partij hiermee denken weg te komen. De ongeloofwaardigheid die de geïnterviewde toedicht aan het CDA is precies zo van toepassing op haarzelf en de PvdA. Overigens is het opvallend dat in de hele discussie tot nu toe vooral politici, van welke herkomst ook, met stelligheid van alles beweren over historische gebeurtenissen waar zij amper enige weet van blijken te hebben. Vaak voegen zij daaraan toe dat het hun ’persoonlijke mening’ is. Maar wie iets wil beweren, doet er goed aan zich eerst op de hoogte te stellen van de beschikbare feiten. En een persoonlijke mening is alleen waardevol als die berust op kennis en inzicht.
Dr. Ton Zwaan is verbonden aan de Universiteit van Amsterdam en werkte eerder bij het Centrum voor Holocaust- en Genocidestudies.
Wie op de PvdA stemt, steunt de rassenhaat
In een artikel in Trouw van vandaag veegt dr. Ton Zwaan, een deskundige die is verbonden aan de Universiteit van Amsterdam en eerder werkte bij het Centrum voor Holocaust- en Genocidestudies, de vloer aan met Nebahat Albayrak. Zoals ik in mijn vorige blog meldde, probeert Albayrak weg te komen met halve verdraaiingen en lafhartige formuleringen ten aanzien van de genocide die de Turken in het begin van de twintigste eeuw onder Armeniers hebben aangericht, en het is verbijsterend dat het PvdA-establishment haar daarmee laat wegkomen - nee, hoe dat establishment haar zelfs naar voren schuift ook al heeft zij uiterst bedenkelijke opvattingen (lees ook Turkse PvdA’er speelt nog geen open kaart). Hoe zou de PvdA omgaan met een hardcore Holocaust-ontkenner, of met een stem die net als president Ahmadinejad van Iran om nieuw onderzoek naar de Holocaust zou vragen? Albayrak doet in feite niets anders dan wat Ahmadinejad doet: twijfel zaaien waar onverbiddelijke feiten liggen. BevuildHieronder vat ik het artikel van Ton Zwaan samen: ’Nebahat Albayrak (PvdA) heeft over de Armeense kwestie een net zo aanvechtbare mening als de reeds van de lijst afgevoerde Turkse CDA’ers. (…)
Albayrak beweert ook dat ’alle bronnen’ over de Armeense genocide ‘bevuild’ zijn. Dit is apert onjuist en tendentieus. Zo worden ten onrechte ‘alle bronnen’ in één keer als verdacht aangemerkt. Over de Armeense genocide zijn vele uiteenlopende bronnen beschikbaar die ruim voor historisch onderzoek gebruikt zijn. (…)
Albayrak meent dat ‘alles wat Armeniërs zeggen, door Turken wordt ontkend en omgekeerd’. Dit is een onhoudbare simplificatie: aan het onderzoek naar de Armeense genocide zijn bijvoorbeeld in de afgelopen jaren door een aantal uitstekende Turkse historici, van wie ik hier alleen Taner Akcam noem, belangrijke bijdragen geleverd.
Het meeste onderzoek is overigens verricht door historici die Turks noch Armeens zijn, maar Frans, Amerikaans, Duits, Brits, Zwitsers of Deens.
Onder deze onderzoekers bestaat grotendeels overeenstemming over de voornaamste feiten. Namelijk dat de Armeense minderheid in het Ottomaanse rijk in deze jaren het slachtoffer is geworden van een genocidale politiek van zorgvuldig voorbereide en grootschalige vervolging, deportatie en massamoord. (…)
Verder onderzoek naar het precieze verloop van dat proces is zeker wenselijk –zoals ook nog steeds veel onderzoek wordt gedaan naar de moord op de Joden – maar enigerlei vorm van ontkenning van het genocidale karakter van de gebeurtenissen is, gezien de stand van het wetenschappelijk onderzoek, uitgesloten. (…)
Albayrak heeft, nauwelijks gehinderd door enige kennis, een serie dubieuze uitlatingen gedaan die nauw verwant zijn aan negationisme en ontkenningspolitiek, in het bijzonder in de hierboven genoemde tweede en derde vorm. De vraag is hoe zij en haar partij hiermee denken weg te komen. De ongeloofwaardigheid die de geïnterviewde toedicht aan het CDA is precies zo van toepassing op haarzelf en de PvdA.’Vrijheid Zwaans stuk is vernietigend. Albayrak heeft de vrijheid om alles te denken wat zij wil, en zij heeft ook de vrijheid om alles te zeggen wat zij denkt zolang zij niet tot geweld oproept.
Maar door dit soort ontkenningen, die ten doel hebben feiten te ontkennen of te verdraaien, worden de slachtoffers nog een keer vermoord. Erik Jurgens, PvdA-senator, wil nu ook het ontkennen van de Holocaust niet meer strafbaar stellen ‘tenzij iemand aanzet tot rassenhaat’, zo zegt hij in de Volkskrant. Jurgens begrijpt het niet. Het ontkennen van de Holocaust is een vorm van rassenhaat in zijn meest rauwe vorm, antisemitisme. ArmenocideWat Albayrak doet, is het uiten van een vorm van rassenhaat ten aanzien van de Armeniers, laat ik het Armenocide noemen. Wie op de PvdA stemt, stemt voor een ontkenner van een van de zwartste bladzijden van de recente Turkse geschiedenis, en steunt dus rassenhaat.

Bron: WEBLOG LEON DE WINTER 03-10-2006
Commentaar
Over het zwaarst denkbare misdrijf moet vrijelijk gediscussieerd kunnen worden
Genocide, het systematisch en opzettelijk uitroeien van een bevolkingsgroep, is het zwaarst denkbare misdrijf tegen de menselijkheid. Zulke misdrijven mogen, ook vele jaren na dato, niet verdonkeremaand worden, of zelfs helemaal uit de geschiedenisboekjes weggeschreven worden. Terecht is er daarom deze week in Nederland, maar ook in het Europees Parlement, stevig gedebatteerd over de Armeense kwestie, de massamoord op Armeniërs in Turkije in 1915.
Hoe verschillend de aanleiding ook, in beide debatten draaide het om de nog altijd keiharde ontkenning van Turkije. De autoriteiten erkennen wel dat er in die periode verschrikkelijke dingen zijn gebeurd, maar plaatsen die nadrukkelijk in de context van een burgeroorlog. Er zat, stellen zij, voor de Turkse overheid niets anders op dan keihard op te treden. Daarbij zijn veel slachtoffers gevallen. Wie dit echter massamoord noemt, of zelfs genocide, wordt ook vandaag nog beschouwd als een gevaar voor de Turkse identiteit en krijgt met de strafrechter te maken.
Zo’n extreem standpunt is voor de gemiddelde Europeaan onaanvaardbaar. Terecht heeft het Europees Parlement er daarom een punt van gemaakt in de discussie over de toetreding van Europa. En terecht ook sloegen bij het CDA en de PvdA de stoppen door (zij het wat aan de late kant) toen bleek dat hun ’Nederturkse’ kamerkandidaten naar het Turkse standpunt helden. Maar in beide gevallen rees ook de vraag: waar en hoe trek je de grens?
Kern van de zaak is dat over zo’n ingrijpende gebeurtenis vrijelijk gediscussieerd moet kunnen worden. Dat dit in Turkije niet kan, is een onoverkomelijk obstakel voor het lidmaatschap van Europa. Met een verbod op vrije meningsuiting is een land gediskwalificeerd. Wat anders is het om op voorhand van Turkije te eisen dat het de genocide erkent. Dat is in een eerder stadium niet van dit land gevraagd, het zou raar zijn dit nu ineens wel te doen. Het zal uitgelegd worden als een truc om Turkije alsnog uit te sluiten. Terecht heeft het parlement deze eis daarom laten vallen.
Ondertussen gaat het debat in Nederland wel in die richting. Onder aanvoering van de ChristenUnie wordt gestreefd naar een verbod op het ontkennen van onder meer deze genocide. Geen misverstand: voor historici staat het bestaan van deze genocide vast. Maar een verbod op de ontkenning ervan is een brug te ver: dat is het spiegelbeeld van Turkije.

Bron: Trouw 29-09-2006
Armeense genocide / Een vrij debat duldt geen ontkenning (Opinie)
door Tineke Huizinga
Een wettelijk verbod op ontkenning van volkerenmoord is nog geen aanval op de vrijheid van meningsuiting. Wel geeft het rechters een instrument.
De PvdA en het CDA hebben deze week Turkse kandidaten van hun kandidatenlijst geschrapt omdat zij de Armeense genocide van 1915 ontkennen. Door Turkije wordt deze volkerenmoord nog altijd hardnekkig ontkend, terwijl de genocide in ons land in 2004 bij motie (van Rouvoet c.s.) door de Tweede Kamer werd erkend. Het wetsvoorstel van de ChristenUnie om ’beledigende ontkenning van misdrijven tegen de menselijkheid’ strafbaar te stellen, blijkt nu dus hoogst actueel.
Afgelopen juni presenteerde ik mijn initiatiefwetsvoorstel tot strafbaarstelling van ’negationisme’, het beledigend ontkennen van misdrijven tegen de menselijkheid. Dit wetsvoorstel moet nog in de Tweede Kamer worden behandeld. Maar door sommigen is het nu al weggezet als de zoveelste aanval op de vrijheid van meningsuiting of als (oneigenlijk) strijdmiddel tegen de toetreding van Turkije tot de EU.
Wat het eerste punt betreft: de ChristenUnie heeft met het wetsvoorstel zeker niet de bedoeling om een wetenschappelijk debat over de feiten de mond te snoeren. Wij zijn zelfs voorstander van zogenaamd (historisch) ’revisionisme’. Daarbij gaat het om het vakwetenschappelijk onderzoek met als doel de geschiedschrijving te herzien aan de hand van nieuwe of minder vertekende informatie.
Ik wil juist politisering van dat wetenschappelijke debat tegengaan. Het wetsvoorstel is louter gericht op grove of intimiderende ontkenningen of ontkenningstheorieën van algemeen erkende historische gebeurtenissen. Immers, wanneer extremistische opvattingen (van rechts, links, christenen of moslims) geaccepteerde politieke standpunten worden, kan er een klimaat ontstaan waarin discriminatie een bespreekbare optie is of wordt. Juist de voorstanders van het vrije debat moeten daar extra alert op zijn.
Ontkenning van volkerenmoord is namelijk onlosmakelijk verbonden met intimidatie, bedreiging en nog erger. Helaas is dit een realiteit, zeker voor onze Joodse, Armeense en Assyrische medeburgers. Om dit tegen te gaan moet natuurlijk veel meer gebeuren. Het laatste middel is het strafrecht en dat verdient hier ingezet te worden.
Als ontkennen wordt verboden, kan het OM effectiever onderzoek instellen naar (vermeend) provocerende uitspraken. Al dan niet op verzoek van belanghebbenden, kan het OM besluiten over te gaan tot vervolging en de rechter om een uitspraak vragen.
De ChristenUnie wil het instrumentarium van wetsartikelen tegen belediging en haatzaaien uitbreiden. Dat is geen nieuwe of verdere inperking van de vrijheid van meningsuiting. In het verleden zijn er ook al rechterlijke uitspraken geweest, waaruit blijkt dat de vrijheid van meningsuiting niet per definitie onbegrensd is en dat die ook niet is bedoeld als vrijbrief voor discriminerende of beledigende uitingen. Dergelijke juridische procedures zijn nu nog onnodig ingewikkeld.
Al in 2001 heeft de Permanente Commissie Meijers, een samenwerkingsverband van deskundigen in internationaal vreemdelingen-, vluchtelingen- en strafrecht, aangedrongen op maatregelen. De commissie wilde dat de jurisprudentie van de Hoge Raad over de strafbaarstelling van de ontkenning en vergoelijking van holocaust, genocide en misdrijven tegen de menselijkheid vastgelegd zou worden in wetgeving. De regering heeft dat indertijd toegezegd, maar er verder geen werk van gemaakt.
Het wetsvoorstel biedt bovendien de mogelijkheid om harder op te treden tegen het steeds weliger tierend antisemitisme op internet. Ook daar had Nederland beloofd werk van te maken, maar dat is nog altijd niet gebeurd. Inzet is het vereenvoudigen van de juridische procedures, om effectiever op te kunnen treden tegen uitingen die naar de mening van de rechter niet onder de vrijheid van meningsuiting vallen. Het gaat hier niet om symboolwetgeving, maar om effectiever optreden tegen ontoelaatbaar kwetsend gedrag.
Dat zoiets niet contraproductief werkt toont het volgende voorbeeld. De (semi-) wetenschapper David Irving verwierf een heldenstatus onder neonazi’s met zijn holocaust-ontkenning. Die status raakte hij weer kwijt toen hij, onder dreiging van een aantal jaren gevangenisstraf in een Oostenrijkse cel, zijn uitspraken rap terugnam. Dat hij desondanks door de rechter werd veroordeeld, gaf een duidelijk signaal naar het publieke debat. Veel Europese landen kennen dergelijke wetgeving.
Over het verwijt dat met dit soort wetgeving oneigenlijke barrières worden opgeworpen en zelfs aan stemmingmakerij wordt gedaan tegen toetreding van Turkije tot de Europese Unie, kan ik kort zijn. Het een heeft niets met het ander te maken. Mijn voorstel richt zich niet specifiek op de Armeense (en Assyrische) volkerenmoord, maar noemt deze slechts als voorbeeld. Hetzelfde gaat op voor de holocaust en de massamoord op de moslims van Srebrenica.
De ChristenUnie wil paal en perk stellen aan grove, beledigende, discriminerende of racistische ontkenningen van misdrijven tegen de menselijkheid. In het vrije debat mogen slachtoffers en nabestaanden niet op afschuwelijke wijze worden gekwetst, door de ontkenning van hun verlies.
Tineke Huizinga is Tweede-Kamerlid voor de ChristenUnie.

Bron: TROUW 29-09-2006
Van Doorn / Politisering van geschiedenis
door J.A.A. van Doorn
De geschiedenis van een natie is doorgaans méér dan een nauwgezet relaas van gebeurtenissen. Het is tevens het verhaal van een volk dat zich tussen en niet zelden tegen andere volken een vaderland heeft geschapen, een verhaal bovendien waarop met enige voldoening pleegt te worden toegekeken.
Vaderlandse geschiedenis is identiteitsversterkend, zoals de laatste tijd ook in ons land openlijk wordt aangekondigd. Het is ’wij’-geschiedenis.
Zwarte bladzijden worden niet ontkend. Ze liggen veilig opgeborgen in een epos van grote mannen en trotse prestaties, als het ware voldoende gecompenseerd om met een zekere mildheid te kunnen worden beoordeeld. Nieuwe natiestaten kunnen zich die luxe echter niet veroorloven. Ze brengen het ressentiment mee van laatkomers op het wereldtoneel. Hun nationalisme is agressief en hun nationale geschiedenis fungeert als hun sanctuarium, van alle smetten vrij.
Een goed voorbeeld biedt Turkije, voorheen het hartland van een immens Ottomaans rijk dat in de loop van honderd jaar steeds verder uiteenviel en in de tijd van de Eerste Wereldoorlog definitief ter ziele ging. De revolutie van Kemal Atatürk in 1923 schiep een hard nationalistisch bestel waarin zelfs de islam in de ban werd gedaan, de Griekse minderheid van 1 miljoen werd uitgewezen – een ’ruil’ met 400.000 Turken in het buitenland – en de Koerden een gewantrouwd bevolkingsdeel zouden blijven.
In het verhaal van deze dramatische renaissance van het Turkse volk, eeuwenlang de risee van het beschaafde Westen, passen geen zwarte bladzijden. Ze worden niet alleen verzwegen, ze mogen zelfs niet worden ’erkend’, zoals we dezer dagen weer eens hebben geleerd: wie van een Turkse massamoord op Armeniërs spreekt, in 1915 begaan, riskeert gevangenisstraf wegens ’belediging van de Turkse identiteit’. En het is nog kort geleden voorgekomen dat Turkse schrijvers van naam om die reden voor de rechter werden gesleept.
Dit is natuurlijk te gek voor woorden maar op het eerste gezicht geen reden zich er buitenmate over op te winden. Als we ons gaan bezighouden met de manier waarop andere landen hun collectieve zelfbeeld en hun historisch profiel stileren, krijgen we dagwerk. Bovendien: het is allemaal wel erg lang geleden.
Maar zo is de reactie niet geweest. Integendeel: zowel op het Nederlandse als op het Europese vlak heeft men de botte onverzoenlijkheid van het Turkse regime nauwkeurig gekopieerd. Zoals Ankara sancties verbindt aan het erkennen van de massamoord op de Armeniërs, zo hebben Den Haag en Brussel een poging gedaan om juist de ontkenning van dit historische feit strafbaar te stellen.
Wat het vaderlandse erf betreft, de ChristenUnie kwam met het voorstel het ontkennen van massamoorden, waaronder de genocide van de Armeniërs, met strafsancties te beladen, een plannetje dat inmiddels op de lange baan is geschoven maar evenzogoed serieus was bedoeld.
Het Europees Parlement ging Turkije zelfs rechtstreeks te lijf. Een rapport, waarvoor ’us Camielke’ tekende, de Limburgse europarlementariër Camiel Eurlings, sommeerde Turkije de Armeense genocide te erkennen, op straffe van niet-toelating tot de Europese Unie. Aanvankelijk ging het Europarlement met dit voorstel mee, maar later gaven vele leden toe te hebben zitten slapen en niet van een absolute voorwaarde meer te willen spreken. Maar ook hier: hoe kom je erop? Is het eenvoudig een truc van de tegenstanders van toetreding door Turkije om iets te bedenken dat in Turkse kring als een regelrechte belediging wordt ervaren?
In Nederland is de bal inmiddels verder gerold. Een PvdA-lid en twee CDA-leden van Turkse herkomst werden van de kandidatenlijst van hun partij afgevoerd omdat ze de Armeense genocide niet erkenden en van die ongewenste mening openlijk blijk gaven. Dat heeft bij de betrokkenen weer tot ontevredenheid geleid, een ongenoegen waarvan moet worden gevreesd dat het zich in de overwegend nationalistisch gezinde Nederlands-Turkse gemeenschap verder zal verbreiden.
En wat te vrezen was: de Armeense gemeenschap wil nu méér bloed zien. Zo eist de Federatie van Armeense Organisaties in Nederland dat Turkse kamerleden die zich nog niet (duidelijk) hebben uitgesproken, dit nu onomwonden doen. Zwijgen is even erg als ontkennen.
Nog even en we hebben er een Armeens Cidi bij: een Centrum voor Informatie en Documentatie over Armeense Geschiedenis, dat met het oog op de belangen van een bepaalde bevolkingsgroep de Nederlandse politiek de maat neemt, gesteund door een buitenlandse mogendheid.
De verwijzing naar het Cidi is ook daarom niet gezocht omdat de eis tot een verbod op de ontkenning van de Armeense genocide een logisch vervolg is op de al even onzinnige strafbaarstelling van het ontkennen van de holocaust.
’Vrijheid van meningsuiting’ is een leuze die mij nogal eens verdacht voorkomt. In dit geval mag die vrijheid ten volle worden opgeëist. Op het moment dat wij de geschiedenis gaan politiseren, raken we het recht kwijt andere landen te verwijten dat zij hún geschiedenis politiseren.

Bron: Trouw 30-09-2006

Grote onrust onder Turkse CDA-leden
Na schrappen kandidaten
Het vertrek van de Turkse kandidaat-Kamerleden Ayhan Tonca en Osman Elmaci van de CDA-kieslijst heeft voor grote onrust in de Turkse achterban van de partij gezorgd. Een poging van het CDA-congres, dit weekend, om de crisis te bezweren door het Turkse Kamerlid Nihat Eski alsnog op de lijst te laten plaatsen, heeft de verdeeldheid alleen maar vergroot.
Een groep van dertig Turkse CDAers, meest (ex-)raadsleden, heeft tijdens het CDA-congres in Amsterdam dit weekend een gesprek gehad met bestuurslid Henk Bleker. De leden hebben gevraagd Eski van de lijst te halen. Het bestuur is er niet op ingegaan. Het Tweede Kamerlid is op plaats 55 gezet. De groep vindt Eski een excuus-Turk die de plaats inneemt van twee Turken die ten onrechte van de lijst zijn gehaald.
Het CDA schrapte de kandidatuur van Tonca en Elmaci, nadat gebleken was dat zij de Armeense genocide van 1915 niet wilden erkennen. Eski onderschrijft als Kamerlid het standpunt van de CDA-fractie dat er wel een genocide heeft plaatsgehad. Het Hengelose raadslid Burlan Cahak noemt dit een belediging van de achterban. In 2001 moesten we verantwoording afleggen over Bin Laden. Nu moeten we hetzelfde doen met de Armeense kwestie. Wij ontkennen niet dat er massamoorden zijn gepleegd, maar maken bezwaar tegen de term genocide. Suat Ari, oud-raadslid in Enschede: Het CDA probeert het gezicht onder Turkse kiezers te repareren, maar bereikt het tegenovergestelde.
Ook op het partijcongres van de PvdA, dit weekend in Rotterdam, kwam de genocide ter sprake. Kandidaat-Kamerlid Erdinc Saçan werd van de lijst gehaald, omdat hij een website beheert waar de genocide ter discussie wordt gesteld.
Voor het eerst heeft ook Turkije, via de ambassadeur in Nederland in een brief aan deze krant, zich geroerd in de politieke onrust in Nederland. Volgens de Turkse regering zijn historici (...) verdeeld over hoe de gebeurtenissen gekwalificeerd zouden kunnen worden. Het standpunt van de drie politici kan niet beschreven worden als een ontkenning van een bewezen genocide, maar eerder als een niet-aanvaarding van de eenzijdige bewering door de Armeniërs.
Bron: NRC 02-10-2006
Duizenden lijken aan elkaar vastgebonden
door Judit Neurink
Er is ruim voldoende onderzoek gedaan dat bewijst dat de Armeense genocide een historisch feit is, zegt de Britse journalist Robert Fisk. En dat de Duitsers die kennis hebben gebruikt voor de Joodse holocaust.
’De bewijzen zijn overweldigend en duidelijk. Er is een geplande massamoord geweest op een christelijk volk.” Robert Fisk herhaalt het steeds, nadrukkelijk en vol overtuiging, aan de telefoon in zijn woonplaats Beiroet. „Er is historisch onderzoek genoeg naar gedaan.”
De Britse journalist reageert op uitingen van Turkse politici in Nederland. Fisk besteedde een hoofdstuk in zijn magnum opus ’De Grote Beschavingsoorlog’ aan wat hij ’de eerste holocaust’ noemt. Daarin beschrijft hij hoe hij in het huidige Syrië op zoek ging naar een massagraf bij de rivier Haboer. Op een heuvel stuitte hij op schedels en botten.
„Iedere paar centimeter modder onthulde een dijbeen, een schedel, een gebit, een kuitbeen en oogkassen, samengeperst, net zo strak op elkaar gepakt als op die dag in 1915 toen ze in doodsangst stierven, bij duizenden tegelijk, met een touw aan elkaar vastgebonden”, schrijft hij. Hij realiseert zich dat hier 50.000 lijken moeten liggen.
„En ik bedacht me dat de wateren van de Haboer misschien, net zoals die van de Eufraat die een andere bedding hadden moeten zoeken vanwege de massale opeenhoping van lijken, ook verstopt waren geraakt met stoffelijke resten en dat haar loop daarom was verlegd.”
Fisk gaat in zijn boek uit van getuigenverklaringen, eigen waarneming en documenten. Getuigen in de vorm van stokoude Armeniërs die in Beiroet verzeilden nadat ze de massamoord overleefden. In de vorm van nabestaanden, die de verhalen uit hun familie vertelden. Zoals Boghos Dakessian, wiens grootvader slachtoffer was, die hem vertelde: „De Turken brachten hier volledige families naartoe om ze te doden. Ze bonden ze vast in rijen, mannen, kinderen, vrouwen, de meesten van hen uitgehongerd en ziek, velen naakt. Vervolgens duwden ze hen van de heuvel in de rivier en schoten een van hen dood. Het dode lichaam trok de anderen mee naar beneden en zo verdronken ze allemaal.”
Van de vele documenten die Fisk aanhaalt, vallen de artikelen uit de New York Times op. De krant doet vrijwel dagelijks verslag van wat het massamoord noemt, met details over wreedheden, deportaties en kindermoord. Op 7 oktober 1915 staat op de voorpagina de kop ’Naar schatting 800.000 Armeniërs vermoordt, 10.000 gelijktijdig verdronken’.
Fisk wijst op de rapporten van Amerikaanse diplomaten. De consul in Harpoet, Leslie Davis, trok te paard door de Armeense ’dodenvelden’ en beschreef ze. Britse diplomaten stuurden rapporten naar huis. Fisk haalt een brief aan van een Britse zakenman, die vertelt hoe karren door Aleppo reden om Armeense doden af te voeren.
Belangrijk zijn ook de foto's van Duitse artsen. „Daarop worden mensen afgevoerd in veewagons. De Duitsers trainden het Ottomaanse leger. Later gebruikten zij zelf veewagons om Joden af te voeren.”
Die Duitse connectie probeert hij in het boek hard te maken. Hij bezoekt een grot waar 5000 Armeniërs zijn vermoord, door een vuur te maken voor de opening waarna allen in de grot stikten. „Hier, in deze koude, droge woestijn, hadden de Turken een barst in de aardkorst gebruikt als eerste gaskamer van de twintigste eeuw. Het principe van een technologisch aangepakte volkerenmoord vond zijn oorsprong in de Syrische woestijn”, schrijft hij. Fisk ziet veel parallellen. Zo zei de Turkse minister van oorlog, Enver Pasha, indertijd dat de Armeniërs naar ’een nieuw onderkomen’ werden gestuurd, „zoals de nazi’s later claimden dat de Joden in Europa oostwaarts werden gezonden voor ’hervestiging’. Armeense kerken werden in brand gestoken, net als de synagogen van nazi-Europa. Armeniërs stierven tijdens wat door de Turken ’konvooien’ werden genoemd, net zoals Joden in Europa ’op transport’ werden gesteld naar het concentratiekamp.
En dan was er de Duitse vice- consul in Erzurum, Max Erwin von Scheubner-Richter die getuige was van de massamoorden en er vijftien rapporten over naar Bonn stuurde. „In de laatste meldde hij dat, met uitzondering van een paar honderdduizend overlevenden, de Armeniërs in Turkije uitgeroeid (ausgerottet) waren. Hij beschreef de methodes die door de Turken werden gebruikt om hun plannen voor de genocide te verhullen, welke technieken werden gebruikt om de Armeniërs in de val te lokken, het inzetten van misdaadbendes, en verwees zelfs naar de Armeniërs als deze ’Joden van het oosten’ die zulke geslepen zakenlieden zijn”, schrijft Fisk. Om toe te voegen: „Slechts vijf jaar later zou Scheubner-Richter Hitler ontmoeten en een van zijn belangrijkste adviseurs worden.”
Hitler sprak in 1939 over ’de uitroeiing van Armeniërs’, en Churchill was de eerste die deze volkerenmoord een holocaust noemde, stelt Fisk. Hij citeert hem: „Er kan geen enkele twijfel over bestaan dat deze misdaad om politieke redenen werd gepland en uitgevoerd. De gelegenheid deed zich voor het Turkse grondgebied te zuiveren van een christelijk ras dat gekant was tegen alle Turkse ambities.”
Fisk gebruikt veel historische gegevens die boven water zijn gehaald door een Armeense historicus, Vahakn Dadrian, wiens werk hij „uitzonderlijk goed onderbouwd” noemt. Dadrian ligt onder vuur van Turken die hem partijdig vinden.
„Maar hij spreekt Turks en gebruikt Turkse documenten uit het Ottomaanse Rijk”, werpt Fisk door de telefoon fel tegen. „Alsof wij de Duitsers niet geloven als zij over de holocaust schrijven!”
In nieuw onderzoek concludeert Dadrian dat na het einde van de Eerste Wereldoorlog Turkije achttien maanden heeft gekend van bekentenissen en berouw. Turken schreven over wat zij de Armeniërs hadden aangedaan, en er werd over schadebetalingen gepraat. Enerzijds vond Dadrian bewijzen van het moedwillig vernietigen van bewijsmateriaal, anderzijds trof hij verslagen van senaatsvergaderingen waarin de massamoord werd besproken. Hij vond getuigenissen van ministers tegenover een speciale parlementscommissie over de belangrijke rol van de Jonge Turken van de Ittihad Partij daarbij, en telegrammen en bekentenissen van betrokken generaals. Militaire tribunalen veroordeelden en executeerden drie Turken wegens oorlogsmisdaden.
„Daarna wilden de Britten naar huis”, zegt Fisk over de omslag na 1920. Waar de geallieerden samen met de Russen na 1945 de Duitsers nog lang in de gaten hielden, kwam daar in Turkije niets van door onderling geruzie van de westerse geallieerden. Kemal Atatürk gebruikte dat om aan de macht te komen.
„Wij in het Westen hebben er jarenlang aan meegewerkt dat Turkije kon blijven ontkennen”, zegt Fisk, die zelf boze reacties van de Turkse overheid op zijn artikelen kreeg. Zijn boek verschijnt in november in Turkije. Ondanks de felle reacties en de processen in Turkije tegen schrijvers die breken met de ontkenning, maakt Fisk zich geen zorgen. „Ik ga daar lezingen geven, en hier zal ik zeker over spreken. De Turken moeten met hun verleden in het reine komen.”
Ook voor de Armeniërs heeft hij een advies: zij moeten een voorbeeld nemen aan de Joodse organisatie Jad Vasjem die burgers eert die destijds Joden hielpen. „Armeniërs moeten de namen van Turken verzamelen die Armeniërs redden. Zo kunnen ze laten zien dat ze niet tegen Turkije zijn. Dat maakt het makkelijker erover te praten.”
Bron: Trouw 30-09-2006
Wat nou genocide
Ahmet OlgunGuus Valk
Hoe de Armeense volkerenmoord een politiek probleem werd in Nederland
Drie van oorsprong Turkse kandidaten voor de Tweede Kamer zijn deze week van de kandidaatlijsten verwijderd wegens hun standpunt over de Armeense genocide. Maar Nebahat Albayrak staat nog altijd op nummer twee van de lijst van de PvdA. Toch noemt ook zij de bronnen over de Armeense genocide vervuild. Iedereen mag vragen hebben, zegt PvdA-voorzitter Michiel van Hulten hierover.
Hollandada oykirim!, was donderdag de kop van de Turkse liberale krant Milliyet op zijn website. Het was een woordspeling. Genocide, volkerenmoord, is soykirim in het Turks. Oykirim betekent zoiets als verkiezingsmoord. Als gevolg van een Hollandse soap werden drie van oorsprong Turkse kandidaat-Tweede Kamerleden door hun partijen geslachtofferd, vindt de krant.
Hollandada oykirim!, was donderdag de kop van de Turkse liberale krant Milliyet op zijn website. Het was een woordspeling. Genocide, volkerenmoord, is soykirim in het Turks. Oykirim betekent zoiets als verkiezingsmoord. Als gevolg van een Hollandse soap werden drie van oorsprong Turkse kandidaat-Tweede Kamerleden door hun partijen geslachtofferd, vindt de krant.
De Turkse pers en politiek zijn woedend over de politieke rel die het CDA en de PvdA de afgelopen twee weken heeft beziggehouden. Drie van oorsprong Turkse kandidaten voor de Tweede Kamer zijn deze week van de concept-kandidatenlijst van hun partij gehaald. De CDAers Ayhan Tonca (plaats 35) en Osman Elmaci (56) weigerden te erkennen dat Turkije in 1915 een genocide op de Armeense bevolking heeft uitgevoerd. De PvdAer Erdinç Saçan (plaats 53) bleek een website te beheren waar Turks-Nederlandse politici regelmatig discussiëren over de Armeense genocide. Ze zijn het er over eens dat die nooit heeft plaatsgevonden.
Hoe kon de mislukte kandidaatstelling van drie Turkse aspirant-politici zoveel losmaken in Nederland én Turkije?
Iedere Turk wordt opgevoed met een mythe over het ontstaan van de Turkse republiek, zegt Europarlementariër Joost Lagendijk (Groenlinks). Lagendijk is Turkije-rapporteur van het Europees Parlement. Ze leren op school dat Turkije in die jaren een allesbeslissende oorlog voerde. En waar gehakt wordt, vallen spaanders, is de gangbare opvatting.
Als de Turkse staat de zogenoemde genocide ontkent, kun je van Turken niet verwachten dat ze die wel erkennen, zegt de Turkse journalist en columnist Ilhan Karacay. Hij publiceert in de krant Dünya, die ook wekelijks in Nederland verschijnt. Volgens Karacay, die zegt de mening van veel Turken te vertolken, weten de meeste Turken dat er geen sprake is geweest van een doelbewuste uitroeiing van Armeniërs
Karacay betreurt het feit dat er veel slachtoffers zijn gevallen, aan beide kanten. Armeniër, weet ook Karacay, is voor veel mensen in delen van Anatolië een scheldwoord. Onbetrouwbare types, oplichters en huichelaars worden als Armeniër neergezet. Karacay ziet daar geen kwaad in. Wat zegt dat nou? Turk is toch ook een scheldwoord in Nederland. Zoek maar op in Van Dale. Daar staat in: zo vies als een Turk.
De Leidse professor Eric-Jan Zürcher, turkoloog en kenner van de Ottomaanse geschiedenis: De Armeense kwestie is een gevoelige kwestie, ook voor Nederlandse politici van Turkse komaf, zoals Tonca. Tonca voelt zich erg Turks. Hij is jarenlang voorzitter geweest van de Turkse islamitische culturele federatie, een verlengstuk van het Turkse directoraat voor religieuze zaken Diyanet. Tonca heeft zich ook fel verzet tegen de komst van het Armeense monument in Assen in 2002.
Volgens Ilhan Karacay worden de Turken in Nederland niet door de Turkse staat of de ambassade in Den Haag geïnstrueerd over de Armeense kwestie. Dat is ook niet nodig, zegt de journalist. Misschien hebben wij de Turkse versie onderwezen gekregen en de Nederlanders hun eigen versie, maar de Armeense kwestie is door geen enkele rechtbank of tribunaal als genocide beschouwt. Talloze Amerikaanse en Britse historici ontkennen ook dat er sprake is van een volkerenmoord op de Armeniërs, dus waar hebben we het over! (Zie kader)
Zeki Arslan, onderwijsdeskundige en voorzitter van de Samenwerkende Turkse organisaties in Overijssel, is een van de weinige Turken die de volkerenmoord op de Armeniërs erkennen. De emoties die opkomen binnen de Turkse gemeenschap als het daar om gaat, zijn gigantisch. Je bent een verrader als je er een debat over wilt voeren, zegt hij.
In april van dit jaar wilde Zeki Arslan een studieavond over massamoorden bijwonen in Enschede. Het moest gaan over, onder meer, de Armeense kwestie. Arslan zou het woord voeren over de ontkenning in de Turkse gemeenschap. In de krant van Ilhan Karacay, die hoofdredacteur is van de Nederlandstalige paginas, werd Arslan een verrader en een theoreticus van een terreurorganisatie genoemd door een columnist. De hoofdredacteur zou later zeggen dat hij de columnist niet kent. Ook kreeg Arslan bedreigingen via e-mail. Ik stond onder enorme druk, zoals iedereen die de Armeense moorden aan de orde stelt. Hij besloot zich terug te trekken, het symposium werd afgelast.
Zeki Arslan, die in 1980 naar Nederland kwam, woonde tot zijn 22ste in Turkije. In zijn Turkse schoolboeken zag hij geen woord over de kwestie. Maar onderhuids, zegt hij, borrelt de emotie. De Armeense moorden van 1915 gijzelen de Turken nog altijd, ook in Nederland. Nederlanders kunnen dat maar moeilijk begrijpen, zegt hij. Er is hier een debatcultuur, meent Arslan. Maar Turkije is eerst en vooral een nationalistische samenleving, waar de overheid bang is dat de eenheidsstaat uit elkaar zal vallen als gevoelige onderwerpen als de genocide worden besproken.
Een paar weken nadat Arslan afzegde voor de debatavond in Enschede, diende Tweede Kamerlid Tineke Huizinga-Heringa (ChristenUnie) een initiatiefwetsvoorstel in dat nog in behandeling moet worden genomen. Een storm van reacties kreeg ze. Het leek op een soort actie, zo veel mails kreeg ik. Huizinga-Heringa wil dat het ontkennen van genocide strafbaar wordt. Dat wil zeggen: als de ontkenning bewust beledigend is of aanzet tot haat of geweld. Nu kan alleen het ontkennen van de holocaust via ingewikkelde jurisprudentie strafrechtelijk vervolgd worden. Maar bij andere breed erkende massamoorden in de geschiedenis kan dat nog niet, zo staat in het voorstel:. Denk aan de Armeense genocide, de omvang en ernst van de slavernij, of het goedpraten van misdrijven tegen de bevolking door communistische regimes.
Via een motie van de ChristenUnie riep de Tweede Kamer de regering in 2004 op de genocide bij de Turkse regering aan de orde te blijven stellen. Een goede ontwikkeling, vindt Ton Zwaan, universitair docent aan de Universiteit van Amsterdam en onderzoeker bij het Centrum voor Holocaust- en Genocidestudies. Historisch mag er dan weinig tot geen discussie zijn over de genocide, de meeste westerse landen durven nog altijd niet te erkennen dat de genocide heeft plaatsgevonden.
Ook de Nederlandse regering spreekt nog altijd niet van genocide. Uit documenten van het ministerie van Buitenlandse Zaken en Ontwikkelingssamenwerking blijkt dat de massamoord van 1915 nergens genocide wordt genoemd. In ambtsberichten staat het woord tussen aanhalingstekens. Een woordvoerder van minister Bot (Buitenlandse Zaken, CDA) zegt dat vaststaat dat er verschrikkelijke dingen zijn gebeurd. Maar dat betekent niet dat je dat genocide kunt noemen. Dat is niet een taak voor de Nederlandse regering. Daarover moeten Turken en Armeniërs met elkaar in overleg.
Ton Zwaan is hier niet door verrast. Het Europees Parlement heeft de genocide wel erkend, maar maakte deze week Turkse erkenning van de genocide definitief geen voorwaarde voor toetreding tot de Europese Unie. In de oorspronkelijke tekst van het rapport van de commissie-Eurlings stond dat het onontbeerlijk is dat een land dat op weg is naar het lidmaatschap zijn geschiedenis verwerkt en onder ogen ziet. Het parlement besloot - met 311 tegen 292 stemmen - deze voorwaarde te laten varen.
De Verenigde Staten en Groot-Brittannië hebben, net als Nederland, nooit de genocide erkend. Een minderheid van Europese landen, waaronder Frankrijk, Polen, Zweden, België en Italië, heeft dit wel gedaan. Zwaan: De internationale gemeenschap houdt zich op de vlakte. De Armeniërs zijn sindsdien in de steek gelaten. Nu nog laten overheden zich intimideren door Turkse nationalisten en de overheid, en wordt er uit diplomatiek oogpunt alleen maar opgeroepen tot debat en verder onderzoek.
Wordt dan niet het onmogelijke gevraagd van Turkse politici? Ze moeten van hun partij de genocide erkennen, maar zelfs de Nederlandse regering doet dat niet. Zeki Arslan zegt dat de drie voormalige kandidaten de afgelopen week moesten kiezen tussen het zwaard en de galg. Arslan: Stel dat ze echt in het openbaar hadden toegegeven dat er een Armeense genocide heeft plaatsgevonden. Dan is de kans groot dat ze in Turkije voor de rechter gedaagd worden. Nu ze dat weigerden, is hun rol in de Nederlandse politiek uitgespeeld. Arslan zou willen dat ontkenners en erkenners eens met elkaar in gesprek zouden gaan.
Erdinc Saçan, tot dinsdag kandidaat-Kamerlid voor de PvdA, vindt dat zijn partij met twee maten heeft gemeten. Dinsdagochtend kreeg hij een sms van partijvoorzitter Michiel van Hulten: 1. Steun je het standpunt van de tweede kamerfractie dat in Armenië een genocide heeft plaatsgevonden? 2. Zul je dat bevestigen als de pers ernaar vraagt? Saçan weigerde en werd van de kandidatenlijst gehaald.
Diezelfde ochtend verscheen in Trouw een interview met de nummer twee van de concept-kandidatenlijst van de PvdA, de Turkse Nebahat Albayrak. Saçan vindt precies wat Albayrak óók vindt, zegt hij. Albayrak zegt in het interview dat ze niet twijfelt aan de aard van de gebeurtenissen in 1915. Er zijn waarschijnlijk zevenhonderdduizend Armeniërs omgekomen in 1915. Albayrak: Dat aantal is niet het belangrijkste. Zijn vijfhonderdduizend doden soms minder erg dan anderhalf miljoen?
Maar Albayrak zegt ook dat ze twijfelt over de toedracht van de moord. Ik moet toegeven dat ik er bar weinig van afwist. Maar toen ik me erin verdiepte, stuitte ik op een probleem. Alle bronnen bleken te zijn bevuild. Alles wat Armeniërs zeggen, wordt door Turken ontkend en omgekeerd. De luiken zijn omlaag. Er is geen gesprek mogelijk. Albayrak pleit voor een onderzoek naar de toedracht, zodat duidelijk wordt of er echt sprake was van een vooropgezet plan van de Turkse overheid.
Dit is een typisch antwoord van iemand die een relatief nieuwe stroming binnen het Turkse negationisme aanhangt, zegt Ton Zwaan. Vroeger was de mening gangbaar dat er niets is gebeurd in 1915. Toen dat niet langer houdbaar bleek, kwam de mening op dat er alleen Armeniërs zijn omgekomen van de honger en de kou. Nu wordt, sinds een jaar of tien, beweerd dat niet precies meer is na te gaan wat er is gebeurd. En dat terwijl alle bronnen al decennia gewoon op tafel liggen.
Osman Elmaci, die deze week van de CDA-lijst werd afgehaald, kan meer als vertegenwoordiger van de oude stroming worden beschouwd: er is niets gebeurd. Tussen de tientallen boze e-mails die Kamerlid Tineke Huizinga-Heringa kreeg sinds zij genocide-ontkenningen strafbaar wil stellen, zat er een van hem. Het was een brief die al langer op discussiefora op internet circuleerde. De brief, gericht aan de Tweede Kamer, herinnert aan het feit dat Nederland meer dan 300.000 inwoners heeft die van Turkse komaf zijn en die, op een paar uitzonderingen na, van mening zijn dat de Armeense genocide nooit heeft plaatsgevonden. Er staat ook: Het aantal omgekomen Armeniërs (anderhalf miljoen) is sterk overdreven.
De brief leidde nooit tot ophef. Evenmin stelde iemand binnen het CDA vragen over Ayhan Tonca, die in interviews nooit een geheim maakte van zijn opvatting dat er helemaal geen genocide heeft plaatsgevonden. Op 8 september eiste I. Drost namens het Armeense 24 april Comité - genoemd naar de datum waarop de Armeense slachtoffers worden herdacht - en de overkoepelende FOAN opheldering over de kandidatuur van Ayhan Tonca. Tonca vertolkt en verdedigt in de kwestie van de Armeense genocide het officiële standpunt van Turkije, meende Drost in de brief aan het CDA-bestuur. Drost kreeg geen reactie van het CDA. Pas toen het tv-programma Nova er vorige week aandacht aan besteedde, ging de zaak rollen.
Het CDA eiste na de uitzending en publicatie in Trouw heldere standpunten overeenkomstig de partijlijn van de kandidaat-Kamerleden Tonca en Elmaci. Daarop zegden Tonca en Elmaci toe een verklaring te ondertekenen dat ze, als ze Kamerlid waren geweest, voor de motie zouden hebben gestemd van de ChristenUnie waarin de regering wordt opgeroepen de erkenning van de Armeense genocide bij Turkije voortdurend en nadrukkelijk aan de orde te stellen.
Daarmee leek de kou uit de lucht. Tot de nationalistische Turkse advocaat Kemal Kerincsiz zich ging mengen in de Haagse commotie, die langzamerhand de vormen van een affaire begon te krijgen. Een dag na de verklaring van de kandidaat-Kamerleden kondigde de advocaat vanuit Istanbul aan dat hij de uitspraken van Tonca en Elmaci over de Armeense kwestie zou onderzoeken. Als die strijdig zijn met de Turkse wet, dan zou de advocaat hen aanklagen wegens schending van artikel 301 van de Turkse strafwet. Kerincsiz sleepte eerder de schrijvers Orhan Pamuk en Elif Shafak voor de rechter. Pamuk erkende in de Duitse media de genocide, in een roman van Shafak liet een Armeense personage zich negatief uit over Turken. De strafzaken tegen Pamuk en Shafak zijn door de Turkse justitie niet voortgezet.
Een dag na de onheilspellende woorden van Kerncsiz belegden Tonca en Elmaci in allerijl een persconferentie voor de vertegenwoordigers van de Turkse pers in Nederland. Ze zeiden dat zij nooit een verklaring zouden ondertekenen waarin de genocide erkend zou worden. Daarna was hun positie onhoudbaar. Het vertrek van de drie politici heeft de onrust in de Nederlandse politiek over de genocide nog niet doen verdwijnen. De Federatie van Armeense Organisaties in Nederland, die de kwestie van de CDAers aankaartte, wil ook alle Turkse zittende en kandidaat-Kamerleden verantwoording laten afleggen. En binnen het CDA klinkt gemor over de nummer 19 van de lijst, Coskun Cörüz. De Beweging Christelijke Koers CDA, een conservatieve richting in de partij, vindt dat ook hij van de lijst gehaald moet worden.
Albayrak, die zich sinds haar interview in Trouw onbereikbaar houdt voor de pers, staat nog steeds op plaats 2 op de PvdA-lijst. Ook Coskun Cörüz, zittend Kamerlid voor het CDA en 19de op de kandidatenlijst, is dagenlang niet bereikbaar.
Ondertussen blijft ook Turkije zich mengen in de Hollandse soap, zoals sommige kranten daar de commotie rondom de kandidaat-Kamerleden bestempelen. De voorzitter van het Turkse parlement, Bülent Arinc, belde afgelopen donderdag met de PvdAer Saçan om hem een hart onder de riem te steken. Volgens de Turkse pers heeft Arinc tegen Saçan gezegd dat Turkije zo nodig diplomatieke stappen tegen Nederland zal nemen. Een woordvoerder van het Turkse ministerie van Buitenlandse Zaken categoriseerde het schrappen van de namen van de drie Turkse kandidaten van de lijsten als onacceptabel.
Partijvoorzitter Michiel van Hulten van de PvdA begrijpt dat Turkse politici in Nederland in een moeilijke situatie zitten. Hij haalde Erdinc Saçan van de concept-kandidatenlijst. Ze zijn jarenlang gehersenspoeld door de Turkse overheid. De partij heeft een sterke basis onder de Turkse gemeenschap. Meer dan 80 procent van de Turkse kiezers stemde bij de gemeenteraadsverkiezingen op de PvdA. Volgens Van Hulten is er sprake van achterstallig onderhoud: In het verleden hebben we te weinig gekeken naar de politieke bagage die politici uit andere landen met zich meebrengen. We moeten weten of die zich verhoudt tot de gangbare opvattingen hier. Het standpunt van Saçan was onacceptabel.
En dat van Nebahat Albayrak?
Dat ligt heel anders. Zij heeft de motie gesteund van de ChristenUnie en daarmee heeft ze de genocide erkend.
Maar ze zet vraagtekens bij de toedracht van de moorden. Dat is volgens, bijvoorbeeld, Ton Zwaan óók een vorm van ontkenning. Dat ze de bronnen over de kwestie ter discussie stelt, is geoorloofd. Iedereen mag bovendien vragen hebben. Dat is een gezonde opstelling. Zelfs een gerenommeerd historicus als Zürcher zegt dat wat er precies gebeurd is, nog altijd onduidelijk is.
Erdinc Saçan zegt dat hij het volledig eens is met Albayrak. Toch moest hij weg, zij niet.
Erdinc bleef onduidelijk over zijn standpunt. Hij liet in het midden of er echt zoveel moorden hadden plaatsgevonden. Het standpunt van Nebahat is glashelder.
En toch wilt u dat er een debat over ontstaat. Waarom?
Willen partijen tot elkaar komen, dan is het noodzakelijk dat we het debat aangaan. Met kandidaat-politici uit andere culturen, en met Turkse volksvertegenwoordigers in de partij. Er wordt nu eindelijk over gepraat, dat is winst. Maar er is grote bezorgdheid in die gemeenschap, en het is mijn taak op te passen dat het geen heksenjacht wordt.
Westerse historici beschouwen de Armeense genocide als de eerste volkerenmoord van de vorige eeuw. Over de aantallen slachtoffers zijn ze het niet eens. De eerste Armeense slachtoffers werden gemaakt aan het eind van de negentiende eeuw, toen het Armeense nationalisme begon op te komen. Naar schatting 300.000 Armeniërs werden vermoord door Koerdische eenheden die daartoe de vrije hand kregen van sultan Abdul Hamid II. De moordpartijen werden massaler na de vermeende collaboratie van Armeniërs met de Russische vijand tijdens de Eerste Wereldoorlog. Het regime in Istanbul besloot alle Armeniërs te deporteren naar Syrië, destijds nog een provincie van het Ottomaanse rijk. Volgens Ton Zwaan van het Centrum voor Holocaust en genocidestudies in Amsterdam zijn naar schatting tussen de 1,2 en 1,4 miljoen Armeniërs gedeporteerd, van wie volgens hem waarschijnlijk driekwart de tocht niet heeft overleefd. Volgens Eric-Jan Zurcher van de universiteit in Leiden werden Armeniërs onderweg naar Syrië massaal vermoord. Hij schat dat er tussen de 700.000 en 800.000 slachtoffers zijn gevallen. Sommige academici, zoals Bernard Lewis en Justin McCarthy, menen dat overtuigende bewijzen voor de opdrachten van de Ottomaanse regime ontbreken, zodat niet kan worden gesproken van genocide. Zij spreken liever van deportaties, waarbij volgens Lewis vele honderdduizenden, misschien wel een miljoen slachtoffers zijn gevallen. Na de oorlog tekende de Turkse republiek, de opvolger van het Ottomaanse rijk, het verdrag van Sèvres waarin de Turkse schuld aan de volkerenmoord werd vastgelegd. Maar in het daaropvolgende verdrag van Lausanne bleef de massaslachting onvermeld. Sindsdien ontkent Turkije dat er sprake is geweest van planmatig uitroeien van Armeniërs en Assyrische christenen. Genocide is volgens de Convention on the Prevention and Punishment of the Crime of Genocide (CPPCG) van de Verenigde Naties uit 1951: het met opzet vernietigen, geheel dan wel gedeeltelijk, van een nationale, etnische, raciale of religieuze groepering als zodanig.
Bron: NRC 30-09-2006
'Term genocide Armeense kwestie voer voor juristen'
(Novum) - Het aanduiden van het uitmoorden van de Armeense bevolking tussen 1915 en 1917 met de term genocide is voer voor juristen. Dat schrijft PvdA-Kamerlid en nummer 2 op de kandidatenlijst voor de komende verkiezingen Nebahat Albayrak woensdag in Trouw. De 38-jarige Albayrak stelt dat de Armeense genocide formeel nooit is aangetoond.
Om formeel van genocide te kunnen spreken, moet volgens het volkenrecht worden vastgesteld dat de volkerenmoord doelbewust is opgezet en uitgevoerd om een bepaalde bevolkingsgroep uit te moorden, schrijft Albayrak. Dat is volgens haar in de Armeense kwestie nooit bewezen. Over de dood van de vele honderdduizenden Armenen is volgens Albayrak geen discussie mogelijk.
In het artikel, dat ze samen heeft geschreven met PvdA-Kamerlid Frans Timmermans, roept ze op om te luisteren naar het standpunt van Turkije en niet te verzanden in het behalen van eigen gelijk. Volgens Albayrak zou een dergelijke houding bijdragen aan het erkennen van eigen fouten. Het Kamerlid wijst op de uitspraken van onderhandelaar in het toetredingsproces van de Europese Unie, Ali Babacan, die zei dat Turkije de uitkomsten van een onafhankelijk onderzoek naar de gebeurtenissen in de periode tussen 1915 en 1917 moet respecteren.
Het niet erkennen van de Armeense genocide werd vorige week drie kandidaat-Kamerleden fataal. Het CDA haalde Ayhan Tonca en Osman Elmaci van de kandidatenlijst voor de verkiezingen. Ook PvdA-kandidaat Erdinc Sacan moest het veld ruimen.
Bron: TROUW 04-10-2006
Genocide is genocide
Het CDA en de PvdA hadden eerst niet in de gaten wat het betekende dat de Nederturkse verkiezingskandidaten die zij op hun lijst hadden gezet de genocide op ruim een miljoen Armeniërs hadden ontkend. De Armeense genocide in 1915 en eind negentiende eeuw lijkt een oude, vergeten kwestie, maar is die niet. De massamoord maakt deel uit van het traumatische verleden van Armeniërs over de hele wereld, ook in Nederland. In Turkije bestaat daar geen begrip voor. Er zijn nog steeds mensen om teksten en uitspraken over de Armeense genocide vervolgd onder wie de schrijver Orhan Pamuk en onlangs de schrijfster Elif Shafak. Gelukkig zijn zij niet veroordeeld.
Als Nederlandse politici uit grote partijen de genocide gaan betwijfelen, steunen ze daarmee de reactionaire krachten in Turkije. Nederturkse politici moeten kiezen aan wie zij loyaal zijn: aan Turkije of aan hun Nederlandse partij. Zij kunnen niet in een Turkse krant de Armeense genocide ontkennen nadat zij zich bij de erkenning daarvan door hun Nederlandse partij hebben aangesloten. Ook het Europees Parlement heeft ten onrechte de erkenning van de Armeense genocide uit het eisenpakket voor toetreding geschrapt.
Onderzoek is niet meer nodig naar de massamoord van de Turkse regeringen op de opstandige Armeniërs in 1915 en eind negentiende eeuw, die onder andere te maken had met de Armeense loyaliteit met vijanden van Turkije in de Eerste Wereldoorlog. Uit een overvloed aan documenten en onderzoeken en uit de familieverhalen van de Armeniërs zelf blijkt dat die massamoorden zich wel degelijk hebben voorgedaan en dat er indertijd meer dan een miljoen zijn gestorven. Bijna niemand keerde terug en de huizen bleven leeg. Er zijn fotos van massale executies van Armeniërs. Men kan twisten over het precieze aantal dat vermoord is en hoe dat is gebeurd - maar genocide blijft het.
Volgens de wet is iedereen vrij in zijn persoonlijke opvattingen, ook al zijn die strijdig met de feiten. In het vrije debat van een liberale samenleving wordt de leugen door de waarheid achterhaald. Het wetsvoorstel van de ChristenUnie om de ontkenning van massamoorden strafbaar te stellen werkt averechts. Daarmee zou Nederland in dezelfde val trappen als Turkije dat belediging van de Turkse identiteit strafbaar stelt. In het openbaar moeten fouten kunnen worden ontmaskerd en dat geldt zelfs voor de moord op zes miljoen joden. Door de ontkenning daarvan strafbaar te stellen, zoals nu het geval is, worden de ontkenners geloofwaardig gemaakt. Er zijn bewijzen te over om hen te logenstraffen.
Politieke partijen zijn vrij om kandidaten op hun lijst te zetten die de Armeense genocide ontkennen. Maar het is moreel verwerpelijk, omdat de ontkenners door het in de wind slaan van harde feiten een minderheid beledigen. Dat zij daardoor wellicht stemmen van Turkse Nederlanders op zich verzamelen, mag geen reden zijn. De PvdA en het CDA hebben er daarom goed aan gedaan de kandidaten te schrappen die de Armeense genocide ontkennen.
Bron: NRC 28-09-2006
Turkije dreigt Frankrijk met vergelding

Als het Franse parlement een wet aanneemt die ontkenning van de genocide op Armeniërs strafbaar stelt, heeft dat grote gevolgen voor de betrekkingen tussen Parijs en Ankara. Dat was de boodschap van de Turkse minister van Buitenlandse Zaken, Abdullah Gül, gisteren in de Turkse media. De Fransen zullen Turkije verliezen, aldus Gül. Franse bedrijven zullen dan uitgesloten worden van grote opdrachten, zoals de aanbesteding van een kerncentrale.

In Turkije wordt de dreiging van de wet, die waarschijnlijk donderdag in het Franse parlement wordt behandeld, uiterst serieus genomen. In het Turkse parlement zijn inmiddels weer stemmen opgegaan om Frankrijk met gelijke munt terug te betalen. Het hoofd van de juridische commissie van de volksvergadering zei zaterdag tegen de krant Sabah dat hij een wet op de agenda heeft gezet die ontkenning van Franse slachtpartijen in Algerije strafbaar stelt.

De rel gaat overigens niet alleen over Frankrijk, ook Nederland is er, zij het meer op de achtergrond, bij betrokken. Het is de Turkse publieke opinie niet ontgaan dat een aantal Nederlandse kandidaat-Kamerleden van de lijst werd gehaald omdat zij de genocide niet erkennen. En ook in Nederland is een wetsontwerp ingediend dat ontkenning van genocide strafbaar stelt. In de Hürriyet van zaterdag dreigt daarom het Turkse leger met tegenmaatregelen, ook tegen Nederland. Als Nederland zijn standpunt over de Armeense kwestie niet herziet, zou de Turkse strijdmacht haar samenwerking met de Nederlandse kunnen beëindigen, aldus de Hürriyet.

Maar nu richt de Turkse aandacht zich op Frankrijk. Premier Erdogan richtte zijn gram dit weekeinde tegen een bezoekende groep Franse zakenlieden. Wat gaat u doen als de Turkse premier naar Frankrijk komt en zegt dat er geen genocide was? Gaat u hem in de gevangenis stoppen?

Bron: NRC 09-10-2006

Turkije vraagt EU hulp bij voorkomen Franse wet
(Novum/AP) - Turkije heeft maandag de Europese Unie gevraagd te helpen voorkomen dat het Franse parlement instemt met een wetsvoorstel dat het ontkennen van de Armeense genocide strafbaar stelt. Minister van justitie Cemil Cicek zei dat Turkije verwacht dat de EU zich uitspreekt tegen het wetsvoorstel. Volgens hem betekent de wet een aantasting van de vrijheid van meningsuiting in Frankrijk. Ook zou de wet in tegenspraak zijn met belangrijke Europese waarden. Hij zei ook dat de Turks-Franse betrekkingen ernstig geschaad zouden worden als het wetsvoorstel erdoor komt.
Premier Recep Tayyip Erdogan heeft intussen de hulp ingeroepen van Franse bedrijven die zaken doen in Turkije om het voorstel tegen te houden. Het voorstel houdt in dat personen die bestrijden dat er negentig jaar geleden genocide onder de Armeniërs heeft plaatsgehad een jaar gevangenisstraf en een boete van 45 duizend euro kunnen krijgen. Vorige week noemde Turkije het uitgesloten dat het erkent dat de massamoord op Armeniërs genocide was, zoals de Franse president Jacques Chirac het land had gevraagd.
Het Franse parlement praat als het goed is donderdag over het wetsvoorstel, na de behandeling ervan eerder onder druk van Turkije te hebben uitgesteld. Woensdag bespreekt het Turkse parlement op zijn beurt een wetsvoorstel dat het strafbaar stelt te ontkennen dat de Fransen zich in Algerije schuldig hebben gemaakt aan genocide. Eerder zette het dat plan in de koelkast, nadat het Franse parlement had afgezien van een debat over de Armeense kwestie.
De stadsbesturen van Ankara en de stad Adana in het zuiden van Turkije kondigden maandag aan van plan te zijn monumenten op te richten ter nagedachtenis aan de Algerijnen die zijn vermoord door de Fransen. De Turkse parlementariër Koksal Toptan riep op tot een boycot van Franse producten.
Volgens Armeense schattingen werden er tussen 1915 en 1917 in het Ottomaanse Rijk op stelselmatige wijze 1,5 miljoen Armeniërs vermoord, maar volgens Turkije is het dodental veel lager en kan er niet van opzettelijke volkenmoord worden gesproken. Volgens Turkije was het geweld slechts het bijkomende gevolg van het uiteenvallen van het Ottomaanse Rijk. Westerse historici vinden over het algemeen dat van genocide gesproken moet worden.
Bron: Trouw 09-10-2006
Geen boycot, wel een krachtige Turkse stem
Ahmet Olgun
Ga strategisch stemmen, is een oproep van Turkse organisaties aan Turkse kiezers. Onduidelijk is wat dat dan precies inhoudt.
Ongeveer tweehonderd vertegenwoordigers van landelijke en lokale Turkse organisaties debatteerden gisteren urenlang over het Turkse antwoord op het verwijderen van de kandidaat-Kamerleden Ayhan Tonca en Osman Elmaci (beiden CDA) en Erdinc Saçan (PvdA) van de concept-verkiezingslijsten. De drie moesten weg omdat ze de genocide door Turkije op honderdduizenden Armeniërs rond 1915 niet wilden erkennen. Het schrappen van de drie Turkse politici is geen incident meer te noemen, zei woordvoerder Emin Ates namens de organisaties in de slotverklaring. We zien dit als onderdeel van het grotere proces van inperking van de rechten van minderheden van de laatste vijf jaren.
Maar het boycotten van de verkiezingen werd sterk afgeraden en een oproep daartoe kwam dan ook niet in de slotverklaring. Turken moeten juist vooral gebruik maken van het voorrecht waar zo lang voor is gestreden. We roepen de Turkse gemeenschap op massaal strategisch te gaan stemmen, zei Ates, die niet wilde uitwijden over wat dat dan precies inhield. Enkele deelnemers opperden D66 als alternatief. Een enkeling zag het liefst een Turkse partij opgericht. PvdA en CDA moeten in elk geval worden afgestraft, meenden de meesten.
Uit een recent onderzoek dat het Utrechtse onderzoeksbureau Foquz hield onder kiezers van Turkse afkomst bleek overigens dat de meeste stemmen wederom zullen gaan naar de PvdA. De commotie rond de Armeense kwestie heeft volgens het bureau geen enkele invloed op het stemgedrag van het Turkse electoraat, dat goed zou zijn voor twee à drie zetels voor de PvdA in de Tweede Kamer.
Ates uitte verder de wens discussiebijeenkomsten met deskundigen te organiseren over de Armeense kwestie. Eerder had iemand al voorgesteld vooraanstaande historici die de Turkse visie onderschrijven te laten debatteren met Nederlandse experts. Vooruitlopend daarop werd in de slotverklaring niet gerept over de genocide. Dat riep boze reacties op. Studenten weigeren de verklaring te ondertekenen, riep Nazli Isildak, studente aan het conservatorium in Tilburg, nog tijdens het voorlezen van de verklaring. Omdat die niet ver genoeg gaat, lichtte ze even later toe. Oké, er vonden massamoorden plaats, over en weer. Maar we ontkennen dat er stelselmatig een volkerenmoord heeft plaatsgevonden. Ze praten de Nederlandse overheid na, want ze zijn afhankelijk van de subsidie, riep Sevdiya Kücükpinar, een van de weinige deelnemers die nog in de zaal waren tijdens het voorlezen van de slotverklaring.
De meeste sprekers pleitten voor eendracht, om de Turkse stem zo krachtig mogelijk te laten horen. Straks moeten onze lokale politici en ambtenaren ook verantwoording afleggen, vreesde een spreker. Voor we het weten wordt genocide opgenomen in de schoolboeken van onze kinderen, zei een ander. Opvallend was dat de onderlinge verschillen tussen nationalistische, religieuze en linkse organisaties voor het moment onzichtbaar leken. Cezmi Doganer van de sociaal-democratische federaties uitte in de wandelgangen zijn zorg over de polariserende uitwerking van het schrappen van de drie kandidaat-Kamerleden. Onze jongeren zullen nog nationalistischer worden en Nederlanders racistischer, zei hij. Een PvdA-raadslid klaagde over gebrek aan democratie binnen zijn partij. Na afloop wilde hij zijn naam niet noemen uit angst voor represailles door de partijleiding.
Mustafa Ayranci van de arbeidersvereniging HTIP was verheugd over de betrokkenheid van Turken in Nederland. Diezelfde gevoeligheid moeten we breder inzetten, pleitte hij. Waarom zetten we ons niet in voor de democratisering van Turkije? Hij werd weggehoond. De zaal was niet gediend van zelfkritiek.
Nebahat Albayrak, Kamerlid voor de PvdA, was ook aanwezig, maar zij weigerde de zaal toe te spreken. Een lid van een nationalistische Turkse organisatie in Amsterdam zei dat hij bij de vorige verkiezingen stemmen voor Albayrak had geworven bij vijfendertig stichtingen en verenigingen. Maar dat zie ik mezelf nu niet doen.
Bron: NRC 09-10-2006
Wat nou genocide? 2
Ari Cikiyan Meerssen
Naar aanleiding van uw artikel over de Turks-Nederlandse kandidaten voor de Tweede Kamer het volgende: uit de reacties van deze zogenaamde politici van Turks-Nederlandse afkomst blijkt helder en duidelijk dat de loyaliteit van de inmiddels geschrapte kandidaten van Turkse afkomst en de gespaarde, zittende kandidaten (Albayrak, Coruz e.a.) primair bij Turkije en de Turkse standpunten over deze kwestie liggen. De prominente Albayrak noemt de bronnen vervuild; daarmee suggererend dat met name de onafhankelijke en de Armeense bronnen onbetrouwbaar zijn.
In de stellingname rond deze kwestie nemen deze politici bijna zonder uitzondering het Turks-nationalistische standpunt in en vormen zij een verlengstuk van de Turkse overheid. De recente bemoeienis van Turkije rond deze kwestie en de daarbij behorende behorende dreigementen in de richting van Nederland versterken deze indruk in belangrijke mate. Door wetenschappers en deze zogenaamde politici wordt opgeroepen om een dialoog te voeren over de historische gebeurtenissen omtrent de Armeense genocide. De dialoog zou dan primair tussen Armeniërs en Turken moeten plaatsvinden.
Ik zou dan graag uitleg willen krijgen hoe er aan de Turkse kant een dialoog gevoerd zou moeten worden, zonder de dreiging van jarenlange gevangenisstraf in een Turkse cel en vervolgens een bestempeling als maatschappelijke paria. De circa 60.000 nog overgebleven Armeniërs in Turkije hebben geen vertegenwoordigers in het Turkse parlement, want officieel kent Turkije geen `minderheden`. Bovendien zullen de weinige nog overgebleven Armeniërs wel oppassen om standpunten in te nemen die de Turkse doctrine (geen genocide) doorkruisen. Daarmee is de oproep tot wederzijdse dialoog over de Armeense genocide, verder onderzoek (naar wat?) et cetera door Albayrak en haar geestverwanten opzichtige luchtfietserij. Zij weten donders goed dat behalve enkele moedigen, zoals Orhan Pamuk, Elif Shafak en Hrant Dink, niemand zich zal wagen aan afwijkende uitspraken.
Bron: NRC 07-10-2006
Turken laten Albayrak niet zomaar vallen
Karin de Mik
De Armeniër Nicolai Romashuk wil graag in debat met de Turkse kandidaat-Kamerleden die van de verkiezingslijsten werden geschrapt. Mijn voorouders zijn afgeslacht! Driftig slaat de Armeen Nicolai Romashuk (53) uit Assen bladzijden om uit diverse historische boekjes over de Turkse volkerenmoord op Armeniërs uit 1896 en 1915. In Het bloedige juk van den Turk van Arnold J. Toynbee staan fotos van twee onthoofde Armeense geestelijken, gekruisigde Armeniërs, een gemartelde dode vrouw met haar twee kinderen. Romashuk nam in 1999 het initiatief tot de oprichting van een monument in Assen, ter nagedachtenis aan de Armeense doden. Hij zou de fotos graag eens laten zien aan Ayhan Tonca en Osman Elmaci, ex-kandidaat-Kamerleden van het CDA, die de Armeense genocide niet wilden erkennen en daarop van de CDA-kandidatenlijst verdwenen. Vrijheid van meningsuiting? Leugens zijn het die Tonca verkondigt.

Romashuk nodigde Tonca onlangs uit voor een debat. Maar hij had het te druk. Na de ramadan, zei hij. Kort daarop werd hij van de kandidatenlijst geschrapt. De Assenaar prijst het principiële standpunt van de christendemocraten. Minder tevreden is hij over de houding van het PvdA-Kamerlid Albayrak. Ze is slim en intelligent, maar steekt haar kop in het zand. Ze zegt alleen dat Turken over de volkerenmoord moeten durven praten. Haar verweer dat ze nog maar twee jaar was toen ze naar Nederland verhuisde, vindt hij niet sterk. Dat interesseert me geen moer. Mijn voorouders zijn afgeslacht! Ze moet duidelijk maken: ja of nee genocide.
Hij beseft: bij een ja beschouwen Turken Albayrak als verraadster. De PvdA denkt dat het de partij haar 66.000 voorkeursstemmen zal kosten. En die hebben ze hard nodig, zeker in een nek-aan-nek-race met het CDA. Daarom roept Bos zijn running mate ook niet tot de orde, weet hij. De PvdA is machtlustig. Overigens moet hij het nog zien dat een groot deel van de schatting 400.000 Turken in ons land de verkiezingen zullen boycotten, waarmee onlangs werd gedreigd. Ik denk dat ze Albayrak niet zomaar laten vallen.

Op het Armeense monument dat in 2001 werd onthuld op de Asser begraafplaats De Boskamp mocht het woord genocide niet staan van het gemeentebestuur. Nederland had de volkerenmoord toen nog niet als zodanig erkend. De massamoord op Armeniërs als genocide erkennen is belangrijk voor de naar schatting 8.000 Armeniërs in ons land, onderstreept Romashuk. Genocide wil zeggen dat een volk met voorbedachten rade stelselmatig is uitgeroeid. Ons land is afgepakt, wij zijn afgeslacht en onze vrouwen zijn verkracht. Wie zegt dat dit geen genocide is, is een vijand van de mensheid.

In het boekje Armenië en Europa gaat zijn wijsvinger langs de staatjes van doden en gewonden uit 1896. Er zijn toen 88.243 Armeniërs gedood. Voor hem veelbetekenend is de toevoeging over mohammedanen Kijk, ook twaalf mohammedanen werden vermoord, omdat ze hun christelijke Armeense vrienden wilden helpen. In het boekje Marteling der Armeniërs in Turkije naar berichten van ooggetuigen (1918) zitten nog bonnen, die welgestelde Nederlanders konden invullen. Ondergetekende verklaart bij te dragen voor hulp aan het Armeense volk, honderd gulden. Op te sturen aan Mej. E.J. van der Hoop, te s Gravenhage. Romashuk: Veel Nederlanders hebben dat gedaan. En honderd gulden was veel in die tijd hoor.

Rosmashuk, die dertig jaar in Nederland woont, is blij met de inzet van André Rouvoet van de ChristenUnie voor de Armeense zaak. Rouvoet diende in december 2004 een motie in om de Turkse gruweldaden als genocide te erkennen. Die werd gesteund door een meerderheid van de Tweede Kamer. Romashuk: Rouvoet heeft veel voor ons gedaan. Ik stem denk ik op hem. Of op het CDA. Ik twijfel nog. Bos heeft zijn running mate hard nodig.
Bron: NRC 06-10-2006
Ook Zwitsers hebben nu eigen Armenië-kwestie
Ook Zwitserland heeft nu zijn Armeense kwestie. Aanleiding is een uitspraak van de rechts-populistische politicus en minister van Justitie, Christoph Blocher. Bij een bezoek in Ankara zei hij eergisteren begrip te hebben voor de Turkse verontwaardiging over het feit dat twee Turken in Zwitserland worden vervolgd om hun visie op de geschiedenis. Dat gebeurt op basis van een antidiscriminatiewet die in 1994 in een referendum werd aangenomen.
Yusuf Halacoglu, een historicus die nauwe banden heeft met de Turkse regering, en Dogu Perincek, leider van de kleine links-nationalistische Arbeiderspartij, hebben een paar jaar geleden in Zwitserland openlijk ontkend dat de Turken in het begin van de twintigste eeuw genocide hebben gepleegd op de Armeniërs. Op grond van die Zwitserse wet is dat net zo verboden als bij voorbeeld de ontkenning van de Holocaust.
Blocher krijgt buikpijn van die wet, zei hij in Ankara. Hij vindt dat de Zwitsers moeten nadenken over een herziening. Dat leidde tot forse kritiek vanuit de regering - die vooraf niet wist dat Blocher dit zou zeggen. Een minister zei geschokt te zijn. In het buitenland kritiek leveren op binnenlandse wetgeving is onacceptabel, zo vindt de regering, evenals het feit dat een minister van Justitie zich uitlaat over actuele rechtszaken. De regering heeft zich in 2004 nog over de wet gebogen en toen besloten dat er geen enkele reden is om die aan te passen - ook extra garanties voor de vrijheid van meningsuiting achtte de regering toen onnodig.
Bron: NRC 06-10-2006
Turkije woest om Frans voorstel

ANKARA. Turkije is woest om een Frans wetsvoorstel dat het ontkennen van de Armeense genocide strafbaar stelt. "Goedkeuring van het voorstel zal zeer negatieve gevolgen hebben voor de economische banden",' zei de woordvoerder van het ministerie van Buitenlandse Zaken in Ankara. Het Franse parlement debatteert volgende week donderdag over het wetsvoorstel van de socialistische oppositie.

De rechtse partijen, die de meerderheid hebben, zijn tegen het wetsvoorstel, maar gevreesd wordt dat veel afgevaardigden bij de stemming verstek zullen laten gaan om de grote Armeense gemeenschap in Frankrijk - zo'n 400.000 mensen - niet voor het hoofd te stoten. Turkse parlementariërs die deze week op bezoek waren in Parijs hebben daar gedreigd dat Turkije 70.000 illegaal in het land verblijvende Armeniërs zal uitzetten, als de Franse Assemblée het wetsvoorstel toch aanneemt. Frankrijk heeft eerder een wet aangenomen die de slachting onder de Armeniërs uit 1915 als volkerenmoord bestempelt. GPD

Bron: Gelderlander 07-10-2006
Met dit dossier, dat regelmatig zal worden aangevuld als de actualiteit het vereist, willen wij een beeld geven van het huidige debat in Nederland over de Armeense genocide. Wij zien het als van historische belang dat zoveel mogelijk feiten naar buiten komen. Het gaat hierbij niet om het scoren van politieke punten maar om het vinden van de waarheid. Juist het vertellen van de waarheid is het beste monument dat wij de vele slachtoffers kunnen geven.

Redactie IKN